Yıllarca değişik gazetelerde ve en son Fanatik Gazetesi’nde yazdığı Trabzonspor yazılarıyla taraflı, tarafsız her kesimin sempatisini kazanan ‘Mehmet Abi’miz, Mehmet Tan’ı ölümünün 10’uncu yılında mezarı başında andık. Spor yazarlığına farklı bir bakış açısı getiren, Trabzonspor kimliğiyle öne çıksa da her kesim tarafından sevilen Mehmet Tan için Trabzon Beşikdüzü ilçesinde Akkese köy mezarlığındaki kabristanında, anma tören düzenlendi. Trabzon Gazeteciler cemiyetinin organizasyonuyla gerçekleştirilen törende, Trabzon dışındaki Trabzonsporlular’ın sesi olan, gazetecilik sorumluluğu içerisinde eleştirel yaklaşımından taviz vermeyen ve usta edebiyat kimliğiyle kompozisyon üstatlarından olan Tan, her Trabzonlu’nun gönlünde taht kuran bir isimdi.
Boşluğu doldurulamadı
Yazdığı yazılarla gündem belirleyen, kimi zaman güldüren, kimi zaman düşündüren 01.Ağustos.1955 yılında Trabzon’da doğan Mehmet Abi’yi mezarı başında sevdikleri yalnız bırakmadı. Ailesinin ve yakınlarının yer aldığı törende dualar okundu. Tam 10 yıl önce 16.Ağustos.2003 günü aramızdan ayrılan ve Trabzonspor camiasındaki boşluğu doldurulamayan Mehmet Abi’yi özlemle anıyoruz.
***
Mehmet Tan’ın Kaleminden bir yazı ;
Dün Ağustos’un 1’iydi benim doğum günüm...
Dün Ağustos’un 1’iydi, benim doğum günüm... Bugün de Trabzonspor’un... Trabzonspor, bizim mesleğe adım atışımızdan bir yıl sonra Dünya’ya geldi... 20 yıllık bir yaş farkına rağmen beraber büyüdük sayılır.
‘Trabzon battı demek kolay mı?’
“Bizim meslek ömür törpüsüdür, ömrün gerilim içinde geçer ve yarı yarıya azalır” demişiz bundan dört yıl önce (27 Mart 1998 / Fanatik). “Kolay mı sanıyorsunuz?” başlıklı yazımızın bir bölümünde şunları kaleme almışız:
“Trabzonspor battı, göçtü demek kolay mı ha, kolay mı?.. Elimizin titremediğini, yüreğimizin sızlamadığını mı sanıyorsunuz?.. Çam yeşili bir gecede yıldızlara eşlik etmek, ardı ardına üç beş geceyi uykusuz geçirmek hoşumuza mı gidiyor sanıyorsunuz?.. Bu Trabzonspor’dan bir şey olmaz demenin ağrımıza, zorumuza gitmediğini mi düşünüyorsunuz?..
Yaşamla inatlaşmak zordur.
Sürüden ayrılanı önce çoban parçalar. Hele günümüz Türkiye’sindeki kurtlar sofrasında yaşama şansınız yok denecek kadar azdır. Diz üstü yaşamaya alışmış olsanız, mesele yok... Sürünür gidersiniz.
Şayet kaldıysa bir dostun, “... ne vardı sanki bu kadar dik başlılık yapacak” sözleri kulağınızı tırmalar. Ama ayağa kalkacak mecaliniz kalmamıştır artık. Bugünleri yaşamayı, ayakta kalabilmeyi kolay mı sanıyorsunuz?
‘Haklılığımız kıyamete kadar sürecek ki...’
Sevdiğiniz bir kurumun ilkelerini umdelerini savunarak bir ömür tüketilmesi, bugünün piyasasının anlayacağı bir iş değil... Piyasayı elinde bulunduranların da. Onlar, günü kurtarmak varken, dünü irdeleyip, toplumun tarihi ile barışık olmasına akıl erdiremezler. Onların tarih kurtarmaya vakitleri yoktur.
Onlar bütün değerlerini yitirerek, tarihe ihanet etmenin bedelini ödediklerinin farkında bile değildirler. Bir akıntının, bir modanın peşi sıra yürüyüp giderler... Çoğunlukta olmanın güvenli kıyılarında, çıkara dayalı dostlukların kokuşmuş havası ve loş ışıkları altında onlar kendilerini oldukça rahat hissederler. Çoğu zaman da ödüllendirilirler.
Ya biz...
Biz ve bizim gibilerin yaşam burnundan gelir. Haklılığınız kıyamete kadar sürecek ki, tarih sizden özür dilesin. Yoksa, huysuz, geçimsiz, her şeye muhalif, müşkülpesent insan olur çıkarsınız.
Güçlülerin işitmekten hiç hoşlanmadıkları “hayır” kelimesinin kolay yazıldığı, kolay söylendiğini mi sanıyorsunuz?”
Şimdi bandı geriye sarıyor ve Kırmızı-Beyaz renklerle kurulan Trabzonspor’u ve o dönemin seviyesi ve heyecanı hiç düşmeyen müthiş hukuk mücadelesini dün gibi hatırlıyorum... Sonra Trabzonspor’un ilk teknik direktörü Rahmetli Halil Özyazıcı’yı ve o müstesna insanın papyon kıravatını!..
Biz mesleğe başladığımızda Ahmet Suat Özyazıcı ve Özkan Sümer’in aktif sporculuk hayatları devam ediyordu... Yaşça küçük olmasına rağmen aynı mahallede büyüdüğümüz, tarihin soluk aldığı mekanları birlikte arşınladığımız Şenol Güneş, şu günlerde bir halk kahramanı... 30 Eylül 1982’de Trabzon’a ayak bastığında, Mehmet Ali Yılmaz’ın ilk tanıdığı üç insandan biri bendim... Kumral saçları, kahverengi tril tril bir elbisenin içinde çakı gibi bir delikanlıydı.
‘Savaşımız koltuktan güç alanlarla’
9 Nisan 1985’den bu yana, selam yok, sabah yok, Özkan Sümer ile konuşmuyoruz... Mehmet Ali Yılmaz ise !!! Mal davamız, arazi ihtilafımız yok, çek senet işi ile de uğraşmayız... Kan davasından beter bu husumet, koltuğa güç veren değil, koltuktan güç alanlarla giriştiğimiz, kıyamete kadar da sürmesi için ant içtiğimiz, “ben merkezci bir sistem”in oluşturduğu, “resmi hikmete mahsus”, “tek doğru ve çek çözüm dayatmacılığı” eksenli bir düzen çatışması.
Her ne şart altında olursa olsun, kişilere toplumdan bağımsız bir kimlik ve kişilik izafe ederek onu insanüstü kutsal bir varlık olarak algılanmasının önünde durduk... Tek biçimli yurttaş yaratma ideolojisinin insanlara maske taktıracağını anlattık, dilimiz döndüğünce... Kendi fildişi kulesinde toplum üzerinde tezler ileri süren, toplumla bütünleşmemiş, entellektüel olmaya özen gösteren, ancak bunun gerektirdiği nitelikleri taşımayan, erdemden yoksun kişilerden hep uzak durduk... İnsanın doğasına aykırı olan herşeyin eninde sonunda yıkılıp gideceğine inandığımız içindir ki, toplumun kuralcı değil, düzenlemeci olması gerektiğini savunduk, sonuna kadar.
‘İki yanlış bir doğru etmez dedik’
Ve en nihayet iki yanlış bir doğru etmez dedik. Demeye de devam ediyoruz. Dün Ağustos’un 1’ydi, benim doğum günüm.
İş bu yazı, bir vicdan muhasebesi değil, geçmişle hesaplaşma ise hiç değil... Bizim bu dünyada kul’a verilmeyecek hesabımız yok, öteki dünyayı zaten Allah bilir. Bu sadece ve sadece, ömrü yarım asrı aşmış, Türkiye’deki yaş ortalamasına bakıldığında sona yaklaşmış bir Ademoğlu sendromu.
Bu vesile ile de kısa bir süre kaynamasına ara verdiğimiz ‘Trabzon Kazanı’nın altına odun atmaya başlamış olduk.
Hoşgörünüze sığınırım, kendimden söz ettiğim için...