Obama döneminde Türk-Amerikan ilişkilerinde başlayan kırılgan süreç devam ediyor. Donald Trump ve yardımcısı Mike Pence’in Türkiye’yi doğrudan hedef alan açıklamalarından sonra daha hassas bir sürece girildiğini söylemek mümkün. Benzer bir süreç elli yıl önce yaşanmıştı: 1968’de başkan seçilen Cumhuriyetçi Richard Nixon yönetimi, ülkede artan uyuşturucu kullanımıyla mücadele kapsamında bir fatura da Türkiye’ye kesmek istiyordu. Bu kapsamda pek çok açıklama ve görüşme yapılmış, diplomasi yoğun şekilde işletilmişti. Merkezinde haşhaşın yer aldığı bu kriz sürecine dair, Türkiye’de haşhaş kaçakçılığı yaparken yakalanarak hapse atılan bir Amerikalının yaşadıklarının (çarpıtılarak) anlatıldığı Geceyarısı Ekspresi filmi de süreç içinde Türkiye’ye kesilen faturaya dahil edilmişti. Batılıların zihnindeki Müslüman-Türk imajının kurgulanması üzerine inşa edilen film, Türk-Amerikan ilişkilerindeki ikinci büyük gerilimi oluşturan “Haşhaş ekimi” krizinden sonra 70’li yılların sonunda çekilmişti.
Johnson mektubu
Filme dair detaylara geçmeden önce iki ülke arasındaki birinci büyük krize dair birkaç bilgiyi paylaşmakta fayda var. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yakınlaşan iki ülke arasındaki ilk büyük kriz 1964 yılında İsmet İnönü’nün başbakan olduğu dönemde yaşanmıştı. Kıbrıs’ta Rum kesiminin Türklere karşı giriştiği katliamlara dur demek için adaya operasyon hazırlığı yapan İsmet İnönü’ye, ABD Başkanı Johnson tarafından 5 Haziran 1964’te bir mektup gönderilmişti. Mektupta Türkiye’ye yukardan bakan emredici bir dil kullanılıyordu. Özetle, ABD Başkanı Lyndon B. Johnson, bizim verdiğimiz silahlarla Kıbrıs’a müdahale edemezsiniz, Sovyetler Birliği ile muhtemel bir çatışma durumunda bizi yanınızda bulamazsınız, yardımları keseriz, silah ambargosu uygularız bağlamında tehditlerde bulunmuştu. 1966 yılında kamuoyu ile paylaşılan İnönü’nün cevabî mektubunda ise ABD’nin isteği üzerine Kıbrıs’a çıkartma yapılmasından vazgeçildiği belirtilmiş, fakat bugün de hatırlanan “yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır” ifadesi de ABD’ye iletilmişti. Bu cümle aslında Türkiye’nin kendi ayakları üstünde durabileceği şekilde her alanda güçlü olması gerektiğine işaret ediyordu. Şimdilerde ABD ile yaşanan gerilimin arka planında da Türkiye’nin milli çıkarları doğrultusunda bağımsız politika izleme çabasının ABD tarafından hazmedilememesi gerçeği yatıyor.
Haşhaş krizinden Geceyarısı Ekspresi’ne
1960’ların sonlarında başlayan ve 1970’lerin sonuna kadar dozu dönemsel olarak değişerek devam eden haşhaş ekimi krizi Geceyarısı Ekspresi filmini ortaya çıkaran bir arka plan sunuyordu. Filmde Türkiye’nin direnmesi karşısında Amerikalıların nasıl bir akıl tutulmasına ve öfkeye kapıldıklarını rahatlıkla görmek mümkün. Filme konu olan kriz sürecinde Türk-Amerikan ilişkilerinde kırılmaya neden olan bir diğer konu ise Türkiye’nin 1964’te yapamadığı Kıbrıs operasyonunu ABD’ye rağmen 1974 yılında yapmış olmasıydı. Bülent Ecevit’in başbakan, Necmettin Erbakan’ın başbakan yardımcısı olduğu hükümet, Kıbrıs’ta Rumların kışkırtıcı tutumları karşısında harekete geçmiş ve Türklerin can ve mal güvenliğini sağlayan Barış Harekatı’nı yapmıştı. ABD harekata sert tepki göstererek Türkiye’ye silah ambargosu uygulamaya başlamış, Türkiye ise yaptırımlara karşı ülkedeki ABD üslerine el koymuştu. Aslında bu ara dönem krizi sayılabilir. Çünkü bu yıllarda iki ülke arasındaki haşhaş krizi de devam ediyordu. Adalet Partisi genel başkanı Süleyman Demirel 1969 seçimlerini kazandıktan sonra, ABD tarafından iletilen haşhaş ekiminin durdurulması talebini “Ülkemizde afyondan adını alan ilimiz bile var” mealindeki cevabıyla reddetmişti. 12 Mart 1971 askeri muhtırası ile Demirel hükümeti devrilince Nihat Erim başbakanlığında kurulan ara dönem hükümetinin ilk işi ise ABD’nin isteklerini yerine getirmek olmuştu. 1973 seçimlerinden sonra kurulan Ecevit-Erbakan hükümeti ve Demirel’in başbakanlığında kurulan Milliyetçi Cephe hükümetleri haşhaş ekimini sınırlandırmakla birlikte, ekime izin vermişti. Bu yüzden gerilim sürekli artma eğilimindeydi. Türkiye bazı sınırlandırmaları kabul ediyordu; fakat ABD’nin isteği olan tümden yasaklamayı reddediyordu. Haşhaş gerilimini ABD lehine beyaz perdeye aktaran Geceyarısı Ekspresi filmi Hollywood tarafından bu yıllarda tasarlandı.
Alan Parker ve Oliver Stone imzası
Sevimsiz, işkenceci, çirkin, virane, berbat, bedbaht, haktan ve adaletten uzak, acımasız, merhametsiz, rüşvetçi, yalancı, yabancı düşmanı, yabancılar için güvenilir olmayan tam bir korku tüneli... Filmde bu sıfatların neredeyse tamamına vurgu var. Hepsi de Türkiye için kullanılmış. Arzu edilen algının küresel kamuoyunda üretilebilmesi için filmin prodüksiyon kısmı da profesyonellere teslim edilmiş. Hollywood’un ünlü isimlerinden Alan Parker yönetmen koltuğuna oturtulmuş. Yine bir başka ünlü isim Oliver Stone ise senarist olarak karşımıza çıkıyor. Başrolde ise Brad Davis oynuyor. 1978 yılında gösterime giren filmin konusu ise 1970'te Türkiye'de tutuklanıp hapse atılan Billy Hayes’in öyküsüne dayandırılıyor. Billy Hayes gerçekten de Türkiye’de hapis yatan bir Amerikalıdır. 1970 yılında uyuşturucu kaçakçılığı gerekçesiyle girdiği hapisten 1975 yılında kaçmıştır. Fakat filmde gösterilenlerle onun yaşadıkları arasında hiçbir benzerlik olmadığı ve filmdeki içeriğin büyük ölçüde yalan olduğu Hayes tarafından itiraf ediliyor. Billy Hayes 1976’da yayınlanan Geceyarısı Ekspresi isimli kitabının sinemaya uyarlanması hakkında 7 Kasım 2014’te Hürriyet gazetesinden Nazlı Yalçın’a verdiği söyleşide “Sebep olduğum acı için üzgünüm. Bu 40 yıldır onları etkiliyor ve hâlâ devam ediyor. İnsanlar hâlâ Geceyarısı Ekspresi’nde gördükleri Türkiye imajının gerçek olduğunu düşünüyor. Filmin bütün yükü insanlara ve Türkiye’ye kaldı. Çok üzgünüm. Ben sorumluluğumu kabul ediyorum ama bu filmde karar verme mekanizmasında olan herkesin de sorumluğunu kabul etmesi gerekiyor. Ne benim hapishane tecrübem ne de Türkiye doğru temsil edildi Geceyarısı Ekspresi’nde. Filmin gerçeklerle alakası yok” ifadeleriyle filmin gerçekdışı olduğunu söylüyor, Türk milletinden özür diliyor. Bu açıklamanın, yazarın vicdani sorumluluğu açısından değeri olsa da kitle iletişim araçlarının dünyayı tek bir köye dönüştürdüğü günümüzde pek de etkileyici olduğunu söylemek zor. Çünkü tetiğe basıldı ve kurşun namludan bir kez çıktı. Türkiye için oluşturulmak istenen kötü imaj konusunda Geceyarısı Ekspresi filmi işlevini o günden bugüne kadar yapıyor. Filmin gerek Cannes film festivalinde gerekse Oscar’da çığlıklar ve alkışlar eşliğinde izlendiğini ve birkaç dalda ödül aldığını da eklemek gerek.
“Hepiniz domuzsunuz”
Filmde Billy Hayes’in mahkemedeki sahnelerinden biri Türkiye’ye hakaret konusunda en uç noktayı oluşturuyor. Pek çok hakaretten sonra şu ifadeleri kullanır Hayes: “O yemediğiniz hayvana, domuza benzemeniz inanılmaz. Yüce İsa siz duygusuzları affetsin. Ama ben affetmiyorum. Sizden nefret ediyorum. Ulusunuzdan, insanlarınızdan nefret ediyorum [...] Çünkü siz domuzsunuz. Sen bir domuzsun. Hepiniz domuzsunuz.” Bu cümleler kurulurken arka planda Türk bayrağı gösterilerek özdeşleştirme yapılmaya özen gösterilmiş. Filmin pek çok sahnesinde ise ezan okunurken işkence yapılıyor, uygunsuz davranışlar sergileniyor, taciz yapılıyor veya hapishanede insanlık dışı uygulamalara, ezan bir arka fon olarak ekleniyor. Çoğu kez İstanbul’un cami silueti de kirli sahnelere dekor oluşturacak şekilde kullanılıyor.
Filmin son karesinde Hayes, bir Amerikalıyı konu edinen çoğu Hollywood filminde olduğu gibi, paçayı kurtarır ve hapisten kaçar. Bu sahnede, cezaevinin dış kapısından çıkarken duvara yerleştiriliş birkaç MHP afişi göze çarpar. Üç hilalin bulunduğu afişlerde MHP'nin “Kanunsuz devlet, dinsiz millet, MHP’siz hükümet olamaz” afişi kullanılmış. Fakat afişin alt tarafında yer alan “MHP’siz hükümet olamaz” kısmı kamera açılarında tam olarak yer almıyor ya da silik şekilde gösteriliyor. İzleyici üst taraftaki cümlelere, yani “Kanunsuz devlet, dinsiz millet” ifadelerine odaklanmaya zorlanmış. Film bu karelerle sona eriyor.
Post-kolonyalizmin propagandası
Türk-Amerikan ilişkilerindeki krizlerin tarihi, görüldüğü gibi epey geçmişe dayanıyor. Fakat bazıları aşılmış, bazıları ise buzdolabına kaldırılmış olsa da diplomasi bir şekilde işlemeye devam ediyor. Bazen tek bir konu etrafında parçalı, bazen de genele hitap edecek şekilde kapsamlı oluyor. Nihayetinde devam eden bir ilişkiden bahsediyoruz. Krizlerin dönemsel olma ve tarihe karışma ihtimali yüksektir. Fakat Geceyarısı Ekspresi gibi filmler ana omurgaya, yani toplumsal onura ve dokuya zarar verir, büyük ve kalıcı tahribatlara yol açar. Film endüstrisini elinde bulundurmanın şımarıklığını olabildiğince kullanan ABD, sorun yaşadığı ülkelere yönelik bu tür operasyonlar yapıyor. Bu film de onların ağa babalarından biri. Son dönemde ise bu türden filmlerin yerini İslam ve Müslüman karşıtlığını tetikleyen filmler almış durumda.
ABD tarafından Türkiye’ye karşı tedavüle sokulan dezenformasyonun, Yusuf Kaplan’ın ifadesiyle tam olarak “medyatik kolonyalizm” olduğunu ve aynı şekilde Martin Heidegger’in “kamera izleyiciye yöneltilmiş bir silahtır” yaklaşımını doğruladığını vurgulamak gerekir. Medyanın gücünün gücün medyasına dönüştüğüne iyi bir örnektir bu film. Türkiye’ye boyun eğdirilemediği için, küresel ölçekte Türkiye’nin imajına darbe vuracak bir propaganda yöntemi devreye sokulmuştur. O günlerde yeni gibi görünen bu yöntemin şimdilerde aynı mekanizma tarafından batı dışı toplumlara karşı kullanıldığını görmek ise alışıldık bir durum. Çünkü sinema, batı uygarlığının denetimindeki film endüstrisi tarafından, emperyalizmin yeni bir versiyonu olarak, batı dışı toplumlara karşı, zihinleri iğfal ve işgal eden bir propaganda aygıtı olarak kullanılmaktadır. Geceyarısı Ekspresi filmi bu anlamda somut örneklerden biridir. Bir Amerikalı veya batılı için Türkiye ve Müslüman-Türk, nihai kertede o filmde icat edilen profilden ibarettir. Dönemsel olarak bu algının değiştiğine dair izlenim oluşsa da, zor zamanlarda anında öne çıkan algı bu yöndedir.
Son tahlilde, Türk-Amerikan ilişkilerindeki krizin en azından belirli alanlarda bir süre daha devam edeceğini öngörmek zor değil. Bu yüzden önümüzdeki süreçte benzer filmlerle karşılaşmak sürpriz olmaz. Türkiye yeni Türkiye’nin kodlarına uygun şekilde erkenden harekete geçerek bu konuda gelecek algı operasyonlarına ve negatif propagandaya karşı koyacak bir süreç yönetimini şimdiden tasarlayabilir. Amerikan savaş filmlerinde yoğun şekilde işlenen “arkada adam bırakmama” miti, FETÖ tutuklusu Papaz Brunson için de işletilebilir. Bu bağlamda, hem arka planda sıcak tutulan Evanjelizm ve Siyonizmin ortak dini yaklaşımı hem de Trump ve Pence’in sert söylemleri Hollywood için motivasyon ve ilham kaynağı olabilir. Hollywood tarafından İkinci Dünya Savaşı sonrasında çekilen “Yahudi soykırımı” temalı filmler, önümüzdeki süreçte ne türden bir saldırıyla karşılaşabileceğimiz hususunda bol miktarda örnek sunmaktadır. Türkiye bir taraftan sahada ve masada müzakereyi ve mücadeleyi sürdürürken meselenin bu boyutunu da dikkate almalıdır.