"Âlimin ölümü, âlemin ölümü" denilmiştir. Bir âlim öldüğünde bir âlem öldüğü için; sadece bunun için söylenmemiştir bu söz. Bir âlim, bir âlemi belki birden çok âlemi yanında taşıdığı, aydınlattığı, hayat verdiği için de söylenmiştir.
Zaman'dan Cengiz Aydoğdu'nun haberine göre belki de asıl anlatılmak istenen, -yaşarken kadrini kıymetini bilelim diye- her âlimin başlı başına bir âlem olduğudur. Kaldı ki, bazı dilbilimciler, "âlem" kelimesinin ilim ile amelin birleşmesine işaret ettiği yorumunu yaparlar. Bu anlamda ilmi ile amelini birleştiren, ilmini amele geçiren, bilgisini eyleme döken her insan bir âlem olma kabiliyetindedir.
Nevzat Kösoğlu, âlemler halinde Hakk'a yürüdü, çünkü Nevzat Kösoğlu âlimdi. İlmiyle âmil olacak kadar da büyük bir âlimdi. Bildikleriyle amel edecek dirayet ve cesarette bir "dava adamı" idi. Aksini düşünemeyecek tabiattaydı; yani doğruyu bildiği hâlde mukteza-yı hâl zorladığı için bildiğinden şaşmayı anlayamayacak ve anlasa da kabul etmeyecek bir karakter kumaşı vardı. Erzurumluydu; İspir'i onun kadar güzel anlatan bir daha çıkar mı bilmem. "Vaizin Söyledikleri"nde okuduğumuz İspir, bir bakıma hepimizin memleketiydi. Pek çoğumuz aynı maceradan gelmiyor muyduk? Taşradan çıkıp memleketin yüksek katlarında, metropol kıvrımlarında tarihin, kültürün ve tabiatın nidasını yükseltmek, hepimizin nasibi değil miydi?
Taşra, bugün itibarıyla, bütün muhteva ve manası ile adeta kaybettiğimiz bir kavram; yeni nesil taşra kelimesinin "eski" çağrışımlarına aşina değildir. Eskiden taşra, hayatın içinde neredeyse mübarek tedaileri olan bir kavramdı. Çok değil, en fazla 15-20 yıl önce Ankara ve İstanbul dışındaki bütün memleket taşraydı. Nevzat Abi'lerin gençlik zamanlarının taşrası, memleket demekti; bütün mefahir, mukaddesat ve irfanî terekeyi hatırlatan; memleket. Ne var ki, o yıllarda (ve aslında hâlâ) "o memleket", zihinlerin ve yazılı kâğıdın da taşrasıydı; Ankara ve İstanbul'da üretilen yazılı kâğıdın... İşte böylesine bir taşradan çıkıp, kendini mensup ve aid saydığı "bütün"e katmak üzere büyük gayretlerle "evlad-ı vatan ve millet" olarak hazırlayan nesillerin büyükşehir maceraları milletimizin "iç tarihi"dir ve henüz yazılmamıştır. Büyük umutların ve büyük hayal kırıklıklarının tarihidir bu macera; iç içe trajedi ve dramlar... İçerisinde az çok hepimizin hayat hikâyesi gizlidir. Rahmetli, "Bir Vatan Kurtarma Hikâyesi"nde ne güzel ne samimi anlatır o hikâyeyi.
Ona göre medeniyet iman demekti
O nesil, millet ve memleket adına iyi, güzel ve büyük ne varsa hepsini benimseyerek, hepsi uğruna ölümü bile göze almaya hazır hâlde ve hepsi adına konuşmaya kendilerini ehil ve yetkili görerek, "memleket"lerinden "meydan"a döküldüler. Konuşmaya başlayınca, önce o benimsedikleri "büyüklükler" ve sonra o büyüklüklerin sahipliğini gasp eden kelimenin tam anlamı ile "zonta"lar onlara hadlerini bildirmeye kalkıştılar; ve cevaplarını da aldılar. Nevzat Kösoğlu, bu cevabı verenlerin en yiğitlerindendi. Onun 12 Eylül 1980 talihsizliğinden sonra kurulan sözde mahkemedeki yiğit tavrı, hatırlardan çıkmayacak kıratta yüksek bir vakar ve meydan okumayı zihinlere adeta kazımıştır. Unutmak ne mümkün; mahkemenin savcısı adeta büyük bir korku ile Nevzat Ağabey'in yiğit cesareti karşısında mahkeme heyetine çocuk gibi yakınacaktır: "Efendim, beni oturuşu, duruşu vetavırları ile tehdit ediyor!" Öyleydi, Nevzat Kösoğlu duruşu, millet varlığını kaale almayanlara ve milli değerlere bigâne duranlara karşı kendiliğinden bir tehditti.
Nevzat Kösoğlu'na göre her şeyin başı "iman"dı; iman ve insan. Çünkü, Nevzat Ağabey'e göre kişilerden bağımsız düşünebileceğimiz hiçbir gayr-i şahsî oluşum veya kurum aslında yoktur. Bütün o kültür ve medeniyet mefhum ve muhtevaları esasında kişilerle ilintili ve kaimdir. Bunu anladığı anda taşradan gelen genç, kendisinde güç ve kudret bulur; kurumların ve kurumsallaştırılmış bütün ideoloji ve fikirlerin karşısına dikilebilir. Aksi hâlde onlara râm olur ve geçer gider; sürüye katılır... Ki ülkemizde sürüye katılmayıp da şahsiyet ibraz eden çok az kişi vardır. Bu "çok az kişi"lerin bir timsalidir Nevzat Kösoğlu. Nevzat Kösoğlu hikâyesinin can alıcı noktası da burasıdır; memleketten metropole yükselen vakur bir ses. Siyasî hayatında da, fikir hayatında da bu vakarını daima korudu.
Nevzat Ağabey'e göre bütün mesele, bu topraklara gelen Horasanlı Alperenlerin davalarını yürütmekten ibaretti. Bu dava, Kurtuluş Savaşı'nı kazanan ruha kaynaklık eden, Selçuklu-Osmanlı ruhunun tabii devamı olan Oğuz-Türkmen ruhuydu. Ve bu ruh, "Kelam-ı Kadim"in kavlince bu toprakları bize vatan yapan ruhtu. Rahmetli, buna "Kitap Şuuru" diyordu. Bütün ömrünü bu şuurun gölgesinde yaşadı. Enver Paşa'yı yazarken de, Bediüzzaman Said Nursi'yi yazarken de Nevzat Ağabey, aynı şuurun insanıdır; 'Kitap Şuuru'nun. Esasen o, bütün kitaplarını, o, şuurunu taşımak azminde olduğu "Kitab"ın anlaşılması için yazdı; bütün ömrünü de "O Kitab"ın kavlince "O Kitab"ı için yaşadı... Kendisini bizden koparmak için vesile kılınan o garip hastalıkla uğraşırken, hastane odasına sığmayan o hüznü ve heyecanı ile çevresindekilere ümid vermesi de; kendisini ziyarete gelen Sayın Başbakan'a İspir'in delisini anlatıp ufuk çizmesi de hep Kitab'ın Şuuru ile yaşadığını gösteren "delil"lerdir.
Hülasa, İspir'den havalanan Hümâ, uçmağa Vardı. Ve Nevzat Kösoğlu, İspir'i "Dâr-ı Bekâ"ya bağladı... Aslında bütün Türkiye hatta bütün dünya, dâr-ı bekânın taşrasından başka nedir ki? Merkez, bekâ yurdu; sahihlik bölgesi; ahiret. Taşra ise dünya; fanilikler yurdu; sahtelikler bölgesi; bildiğimiz "yalan dünya". "Gerçek hayat, ahiret hayatıdır" diye buyurmuyor muydu Efendiler Efendisi, Aleyhisselatüvesselam Efendimiz... Nevzat Ağabey de gerçek hayata azimet eyledi... Allah rahmet eylesin...