Ormanda donarak ölen Mustafa amcayı otopsinin ardından götürüp gömmüşler. Ama üç yıl sonra bir yerlerden çıkıp gelmiş rahmetli. Teamüllere tamamen aykırı. Hiçbir şey olmamış gibi öylece çıkıp gelemezsin Mustafa amca…
Ölüm hayatın parçası. Dünyaya geliş gibi gidişin de âdetleri var. Bir hastaya gidip “hakkını helal et” diyemezsin. Rahmetli dedene onunla selam gönderemezsin. Cenaze törenine, oyuncu Jennifer Hanım’ın yaptığı gibi dekolte kıyafetle gidip duygulara takla attıramazsın. Cenazede kahkahayla gülmek de pek uygun düşmüyor. İkram edilen çaya limon, çorbaya karabiber isteyenler oluyor. Tabut üzerinde belediye reklamının yapıldığını da gördük, çok şükür.
İnsan bir ölüyü görmeyi neden ister, bilemiyorum. Trabzon’da trafik kazasında ölen merhumenin tabutunu açıp yüzünü görmek isteyen kadının kolunu kırdılar. Ayrı yaşadıkları babalarının cenazesi için Antep’e çağırılan genç kızlar, amca ve haladan miras konulu bir dayak yediler. Eskişehir’de imam, cenaze namazına başlarken merhum için “Vakti gelmişti.” dedi. Cemaatten tepki gelince, “Tamam, tamam. Vakti gelmeden öldü.” diye düzeltti.
Bir âlim, “Cenaze merasiminde yakaya ölen kişinin fotoğrafını takmak gâvurlara hastır, yapmayınız. Öldün ama biz seni yaşatıyoruz mesajı veriyor…” filan dedi. Çok sağ ol hocam, biz mümkünse bir miktar daha yaşatalım rahmetliyi.
“Bu adam cenazeme gelmesin!” diye vasiyet edenler olur. Antep’te cenazeye gelen istenmedik kişiler kavgaya neden olmuş. Bir silah ateşlenmiş, 4 insan yaralanmış. Her cenazeye katılmak zorunlu olmasa gerek.
Sırıtarak tabutla özçekim yapan kişiler gördük. Bir kadın Harun Kolçak’ın tabutuna kolunu dayayıp poz verdi. Bir insan öyle bir fotoğrafla ne yapar, bilemiyorum. Acılı babaya, “Başka hangi artistler gelecek?” diye sordular. Film yapımcısı Arif Keskiner’in cenazesinde, fotoğraf çektirmenin yakışık almayacağını söyleyen Talat Bulut’a, “Hayatım boyunca sizi bir daha nerede göreceğim? Böyle fırsat bir daha elime geçmez ki!” diye makul gerekçe sunmuş bir hanımefendi. Acı başkasının ya, etkinliğin tadını çıkarmak lazım…
7 - 8 yaşlarındaydım. Komşumuz Zeliha teyzenin felçli, delikanlı çağında bir oğlu vardı; sürekli yatardı. Celal abinin, koltuk değnekleriyle namaz kılmak için insanüstü bir çaba harcadığını anımsıyorum. Bir gün Celal abi öldü, bütün mahalle ağladı. Bir iki ay sonra Zeliha teyze beni annemden ayaktaş olarak istedi. Birlikte çok uzaktaki köyüne, oğlunun mezarına gittik. Onun, mezarın çevresindeki otları yolarken döktüğü gözyaşları benim de minik kalbime damladı.
Bir iki ay önce eski bir kabristanın yanından geçiyordum. Mezar taşları arasında bir sınıflık ilkokul öğrencisi gördüm. Bir öğretmen miniklere hararetle bir şeyler anlatıyordu. Mezarlıklar çocuklar için uygun yerler değil. Kesinlikle değil, kendimden biliyorum. Öte yandan şunu sormadan da edemiyorum: Bizler başkasının acısını yaşayabilen, en azından acılara saygı duyan insanlardan, böylesine duyarsız, duygusuz canlılara nasıl dönüştük?..