Trabzonspor Başkanı Ahmet Ağaoğlu, kulüp dergisine özel açıklamalarda bulundu.
İşte Ağaoğlu’nun o röportajı;
Başkanım, Trabzonspor’da çok da kolay denemeyecek bir dönemde başkanlık görevini üstlendiniz. Öte yandan, ‘Başarı herkese aittir, ama başarısızlık olduğunda bedelini başkanlar öder’ diyerek bulunduğunuz pozisyonun zorluğunu başından beri hep dile getirdiniz. Sizi bu zorlu sınava cesaret ettiren temel motivasyon neydi?
Çok sıkıntılı bir dönemdi. Kulübün içinde bulunduğu durumdan dolayı kimsenin o yükün altına girmeyeceği gibi bir izlenim oluşturulmuştu kamuoyunda. Ama yapısı itibarıyla Trabzonspor’a baktığınız zaman, hiçbir şekilde böyle bir algıyı hak edecek bir kulüp değil. Trabzonspor hangi şartlar altında olursa olsun her türlü türbülansın içinden çıkabilecek dinamiklere sahip. Ben bunu bildiğim, buna inandığım için göreve geldim. Neticede bugün gelmiş olduğumuz noktaya bakarsak haksız olduğum söylenemez. Yola çıkışım böyleydi. Bir de tabii şu: Çok sevdiğim, sevdalısı olduğum kulübün kamuoyunda bu şekilde algılanmasına da bir isyandı benimkisi. Biraz da bu var yani işin içerisinde, özetle.
Sizin göreve gelişinizin arka planında hem kulübe duyduğunuz sevgi hem de kamuoyundaki Trabzonspor algısına dair başkaldırınız var öyleyse… Ki tüm bu duygular bugün Trabzonspor’u bambaşka bir yere taşıdı, imajını yeniledi, kulübe büyük bir irtifa kazandırdı.
İrtifayla beraber çok şey kazandık. Her şeyin ötesinde, taraftarımızı yeniden kazandık. Özellikle genç jenerasyonu… Bugün 7-18 yaş grubuna baktığımız zaman azımsanmayacak bir taraftar kitlesine sahibiz. Üstelik tutkuyla kulübüne bağlı olan bir taraftar kitlesi bu. Üstelik kamuoyunda yaratılan ‘Trabzonspor bir daha şampiyon olamaz’ algısına rağmen çok ciddi bir tutkuyla kulübüne bağlı, inanılmaz bir kitle vardı. Bu nedenle onların mutluluğu çok ama çok önemliydi. Onların bu başarıyı yaşamaları, aslında şampiyonluğun çok ötesinde bir anlam ifade ediyor: Bu takım ‘yapar’! Geçmişte de ‘yapmıştı’ ve ‘yine yapacak’. İşte ‘yine yapacak’ın fitilini bu şampiyonluk ateşledi.
Kütüphanenizi incelediğimde Trabzon üzerine çok sayıda kitap olduğunu görüyorum. Sizin tutkunuz sadece kulübe değil aslında, şehre karşı da büyük bir tutku, ilgi ve bağlılık sergiliyorsunuz.
Tabi, köklerinizin filizlendiği topraklar… 1970’te İstanbul’a geldikten sonra birkaç sene içinde ve yıllar geçtikçe bunu çok daha iyi algıladım: Burada her zaman yabancıydık biz. Yetmişlerde daha da yabancıydık. Okulda, yatılı okulda; Anadolu’dan gelenler de vardı benim gibi, İstanbul’un çeşitli semtlerinde doğup büyüyen arkadaşlarımız da. Orada ‘lazoğlu’ tabiri sürekli kullanılırdı benim için. Bu toprakların bir parçası olmadığımı o ilk iki üç sene içinde çok iyi anladım. Ama Trabzonspor’un o zamanki adıyla 1.Lig’e çıkmasıyla birlikte elde ettiği başarılar, şampiyonluklar, bu şehirde bize çok farklı bir kimlik kazandırdı. Başımızın omzumuzun üzerinde dik dolaşmasını sağladı. Ve bu gurur giderek arttı. Bu İstanbul’la sınırlı değil, Türkiye’nin her yerinde böyle. Bize olan bakış açısı da farklılaşmaya başladı. ‘Bu bizden birisi değil’ dediler yine ama ‘Bunlar da güçlü, bunlar da farklı’ da diyebildiler. Farklılığımızı orada ortaya koyduk.
Ben kendi penceremden bakarak söylüyorum: Bana farklı bir kimlik kazandıran bir kulübe ben de çok şeyler borçlu olduğumu hep hissettim. Hala borçluyum, hepimiz borçluyuz. Bizi çok farklı bir noktaya taşıdı Trabzonspor. Yardıma ihtiyacınız olduğu bir anda, sizi kolunuzdan tutup karşıdan karşıya geçiren bir insana karşı bile bir şükran hissedersiniz. Benim de tam olarak hissettiğim oydu. Bana farklı bir kimlik verdi, farklı olarak değerlendirilen, algılanan, bir türlü kabullenilmeyen bir topluluk üç dört sene sonra insanların gözünde çok farklı bir noktaya geldi. Bize tüm bunları kazandıran kulübe karşı borçlu olduğumuzu düşünüyorum ben. Trabzonlu olmak farklı. Her yerde söylüyorum. Her yönümüzle farklıyız. Yapı olarak yemeği hızlı yiyen, horonu hızlı oynayan, yaptığı her işi hızlı yapan, bir an önce neticeye gitmeye uğraşan bir yapımız var. Ülke genelindeki diğer insanlardan ayıran en temel özelliklerden biri bu. Bir diğeri hırsımız, başarma arzumuz…
Peki siz sözünü ettiğiniz bu borcun ne kadarını ödediğinize inanıyorsunuz? Yahut ne kadar daha hizmet etmeniz gerekli bu karşılığı verebilmek için? Bu duygusal tatmini günün birinde yaşayacağınıza inanıyor musunuz?
Bugün bakıyorsunuz Allah sağlık versin, efsanevi başkanlarımızdan Şamil Ekinci bile rahatsız olmasına rağmen elinden geldiğinin ötesinde yine Trabzonspor ile ilgileniyor. Diğer tüm başkanlarımız aynı şekilde. Trabzonspor’da ben yapacağımı yaptım, deyip köşesine çekilen ne bir başkan ne bir yönetici var. Trabzonspor’u farklı yapan bir başka neden de bu: Herkes elinden geleni fazlasıyla yapıyor, hizmet etmeye devam ediyor. Benim için de şu var: Borcumu ödedim diye bir şey yok. Benim bu kulübe borcum çok büyük. Öyle de tahmin ediyorum ki bu borcun tamamını ödeyemeden bu dünyadan göçüp gideceğiz. Herkesten helallik istendiği yerde kendim için söylüyorum; Trabzonspor’dan da helallik istenmesini ben şahsen isterim. Çünkü bize çok şey verdi. Hizmet ettiğimiz yapı sıradan bir yapı değil. Hizmet ettiğimiz yapı Trabzonspor. Ancak bu yapının içine girdiğiniz zaman büyüklüğünü kavrayabiliyorsunuz. Özellikle 1970’lerin öncesine gidersek İstanbul, Ankara yahut İzmir gibi bir şehirde kolaydır, her türlü imkânın olduğu ama yine de imkansızlıklar varmış gibi değerlendirildiği günlerde, oralardaki insanların bazı şeyleri başarması normal karşılanabilir. Ama ülkenin doğusuna gittiğiniz zaman orada bazı faaliyetleri gerçekleştirmeniz için ortaya koymanız gereken çaba, örneğin İstanbul’daki bir kurum, kulüp, şirket yahut kişinin göstermesi gerekenden üç dört kat fazladır. Sıkıntıların olduğu bir coğrafyada, öyle bir dönemde Trabzonspor ülke futbolunun çok önemli bir değeri oluyorsa, bunu idrak ettiğiniz an bu sizi ürpertiyor bir kere! Nasıl ağır bir sorumluluk yüklendiğinizin farkına varıyorsunuz. İşte o fark edişi yaşadığınızda da, bunun karşılığını bir şampiyonlukla, iki şampiyonlukla ödeyebileceğinizi düşünmüyorsunuz. Bu noktada hedefi şampiyonluk üzerinden ifade etmek de doğru değil zaten. Her zaman söylediğim gibi burada önemli olan şey süreklilik… Sürdürülebilir başarıyı getirebilmek için ne yapıyorsak sağlam temellerin üzerine inşa etmeliyiz. Benim için bu şampiyonluk yapmaya çalıştığımız şeylerin küçük bir ödüllendirmesi... Yapmamız gereken o kadar şey var ki! Şampiyonluk kupasının arkasına sığınarak yapacağımızı yaptık deyip bir köşeye çekilirsek Trabzonspor adına hayatımızın hatasını yapmış oluruz.
Siz Trabzonlu olmanın farklı olduğunu söylerken hem karaktere hem ruha hem de kulübün DNA’sına işleyen bir farklılıktan söz ediyorsunuz sanıyorum... Ve anladığım kadarıyla bölgenin, coğrafyanın şekillendirdiği bir tarih ve tipoloji bu?
Kesinlikle, çünkü yaşadığımız coğrafya kolay bir coğrafya değil. Dağın tepesinde doğuyorsunuz, okula beş kilometre mesafe, yol yok, tırmanarak okula gidiyorsunuz. Bugün insanların doğa sporu olarak yaptığı ‘hiking’i siz doğduğunuz günden itibaren mecburen yapıyorsunuz. Bu bile ciddi bir mücadele. O coğrafya sizi şekillendiriyor. Ben bunun coğrafyayla doğrudan ilgili olduğuna inananlardanım. Bunları üst üste koyduğunuz zaman farklı bir profil çıkıyor ortaya. İşte bu, Trabzon insanı. Ama tüm bu dediklerimi Trabzonspor taraftarı bağlamında yeniden göz önünden geçirirsek, çok sabırsız; istediğini, hedefi yakalamayı yarın değil, bugün değil hatta dün yakalamış olmayı hedefleyen bir kitleden söz ediyoruz. Bunun zaman zaman pozitif yansımaları oluyor, zaman zaman olumsuz yönlerini yaşıyoruz hep birlikte.
Trabzonspor 2 Ağustos 1967’de kuruluyor, kurulduğunun ertesi günü yerel gazetelerde şöyle bir ilan çıkıyor: Parola Birinci Lig! Yani daha dün kurulduk demeden, hemen bir hedef belirlenmiş ve onun çalışmalarına başlanıyor.
Bu çok normal tabi. Bazı kulüp başkanlarının Trabzonspor’la alakalı ifadelerini görünce tekrar tekrar düşünüyorum; kulüp başkanlığı yapacak insanların sadece kendi kulüpleri ile değil ülke futbolunun tarihini de belli ölçüde bilme zorunlulukları var. Ülke futbol tarihinin sadece kendileri ile sınırlı olduğunu düşünen insanların yaratmaya çalıştığı bir algı da var. Ertesi gün ‘Parola Birinci Lig’ diye ilan verilmesinin altında yatan birtakım gerçekler var. Trabzon’da futbolun tarihi Trabzonspor ile başlamıyor. Cumhuriyet’ten önce Trabzon’da futbol müsabakaları yapılıyor. Temeli çok eskiye dayanan kulüplerimiz var. İdmanocağı, Necmiati, İdmangücü… İdmanocağı-İdmangücü rekabeti de Trabzon’a çok şey katmıştır. Biz rekabeti çok seven bir toplumuz, şartlar ne olursa olsun rekabetten besleniyoruz. Bizde sabah evde başlar rekabet. Kapının dışına çıktığı zaman o rekabeti mahalle düzeyine taşırız. Mahalle karşı mahalleyle, ilçe diğer ilçe ile rekabet içindedir. Doğusu batısının, merkez ilçelerinin rakibidir. Bu, Trabzonspor’u bugün bu noktaya taşınan en önemli faktörlerden birisidir. Fenerbahçe Galatasaray birbirleri ile rekabet ederken, Trabzon kendi içinde yaşamıştır bu rekabeti ve bu rekabet Trabzon’da futbolu çok üst seviyelere taşımıştır.
Ertesi gün verilen ilanın arkasında yatan bir diğer gerçek de şu: 1922 yılında Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı kuruluyor ve Trabzon bu kuruluşa ilk üye olan, fikstür dahilinde yerel ligini organize eden ilk üç şehirden biri. Cumhuriyet Türkiyesi’nde futbol adına basılmış olan kitap Trabzon’da rahmetli Süleyman Rıza Kuğu’nun yayımladığı Asosyeşın Futbol kitabıdır. Kısacası futbol Trabzon’da altyapısı çok sağlam temellere dayanan bir olgu. Büyüklerimiz Birinci Lig diye bir hedef belirlerken o ulaşılmaz bir hayal değil. Zaten Trabzon İdmanocağı’nın 1965’te Türkiye Kupası’nda Beşiktaş’ı elemesi, Trabzon futbolunun gücünün en belirgin göstergelerinden biriydi. Madem bu kadar güçlüydünüz, Trabzonspor daha önce kurulsaydı, 1959’da kursaydınız diyenler var. Onlar bir şeyi ihmal ediyorlar: 1960’larda Trabzon’dan İstanbul’a karayolu ile üç güne geliyordunuz. Bu mesafede bir şehrin takımının böyle bir yapı içerisinde yer alması o zaman fiziki olarak zaten mümkün değil.
Neticede Trabzon Türkiye’deki futbol kültürünün taşıyıcı kentlerinden biri. Mücadeleci kimlikleri ile iddialı duruşları ile en başından beri futbol dünyasının hep içinde olmuşlar.
İşte Trabzon eksenli bir futbol dünyası oluşturuluyor diyen insanlara verilecek en güzel cevap bu. Trabzon eksenli bir futbol dünyası oluşturulmuyor, oluşturulmaya da çalışılmıyor. Trabzon futbolu bu ülkede futbol oynanmaya başlandığı günden itibaren var olan bir olgu.
Sizce tam da bu nedenle, yani Trabzon futbolunun köklü tarihini ortaya koyabilmek adına Trabzonspor’un kuruluşunu, kurucu takımlarından İdmanocağı’nın kuruluş tarihi olan 1921’e çekilebilir mi? Bu savı destekleyenler var. Sizin düşüncelerinizi merak ediyorum.
Şimdi bunun kime ne kazandıracağı önemli. Tüm bunları yaptığımız zaman camiamıza, kulübümüze ve ülke futboluna ne kazandırıyoruz. Ben bunu şu şekilde görüyorum: Günümüzde başarıdan uzaklaşmaya başladığın zaman tarihe bakmaya, tarihi kurcalamaya başlıyorsun. Benim zaten köklerim belli. 1967 yılında Federasyon Başkanı Orhan Şeref Apak’ın ama aynı zamanda Hasan Polat’ın desteğiyle Trabzonspor kuruluyor. Bunun öncesinde Trabzonspor’un yapı taşı bu kulüpler… Bu kulüplerin derinlerine baktığınız zaman Birinci Dünya Savaşı’ndan da önce, 20. yüzyılın başına kadar gidiyor. Biz bunları bilelim, ama başarıdan uzaklaştığımız zaman gidip tarihi mıncıklamaya gerek yok. Dikkati alıp burada başka bir yere çekmeye gerek yok. Ama tarihimizi genç jenerasyonlara anlatabilmemiz lazım. Bunu çok önemsiyorum.
Sizin cümlelerinizden de bir defa daha anlıyoruz ki Trabzonspor, tarihiyle, kültürüyle, karakteriyle ‘farklı’ bir kulüp… Bizim buraya odaklanmamız lazım; farklılığımıza… Kendi söylemimizi büyüklük üzerinden değil, ama tarihi, coğrafi, kültürel derinliği olan ‘farklılık’ üzerine inşa etmemiz gerekiyor sanıyorum. Siz neler söylersiniz?
Geçen gün Kulüpler Birliği’nin bir toplantısında söyledim; borcu ‘büyük kulüpler’ olarak değerlendirdim o kulüpleri. Biz büyüklük yarışına girmiyoruz çünkü onun bize kazandıracağı bir şey yok. Biz farklıyız ve bunun da farkındayız.
Yine coğrafyadan söz edeceğim, o coğrafya genlerinde futbolun ve sporun bütün özelliklerini taşıyan doğduğu büyüdüğü bir coğrafya. Bence bu bir Allah vergisi. Allah Urfalı’ya ses vermiş, Urfa’da sokaktan bir çocuğu elinden tutup getirsen sanat dünyasında çok farklı bir noktaya gelebilecek bir yeteneğe sahip olduğunu görürsün. Trabzon ve o coğrafyada doğan bir çocuğun da elinden tutulduğu zaman belli bir noktaya erişebilecek sportif yeteneklerinin olduğunu görüyorsun.
Bu noktada altyapıya yönelik projeksiyonlarınızın olup olmadığını öğrenmek istiyorum.
Önümüzdeki sene uygulamaya koyacağımız bir model üzerinde çalışıyoruz. Ama önce şu transfer dönemini ve Şampiyonlar Ligi sürecini bir atlatalım da… Bu dış destekli bir model, bu modeli hayata geçirmek istiyoruz. Sistem, program ve denetim açısından dış destekli diyebilirim. Ama öncesinde atlatmamız gereken süreçler var. Ondan sonra altyapımız yeni bir yol haritası doğrultusunda yeniden programlanacak. Performans analizi sürekli olarak yapılacak, gelişim göstermeyen, yetersiz kalınan noktalar rehabilite edilecek ve bu şekilde yola devam edilecek. Bununla ilgili çalışmaları şimdiden başlattık.
Önümüzdeki Süper Kupa’yı da kazanırsak, sizin Başkanlığınız döneminde Trabzonspor 1988’den beri ilk kez en çok kupa kazandığı dönemlerden birini yaşayacak. Size göre Trabzonspor’un uzun süre sonra pek çok başarıyı art arda kazanmasındaki en önemli faktör nedir? Doğru planlama mı, doğru yönetim anlayışı mı, camiadaki bütünlük mü, kadro yapısı mı, antrenör mü, istikrar mı? Yoksa bunların tamamı mı?
Bu, her şeyin bir araya gelmesi ile oluşan bir netice. Spesifik olarak birkaç olaya yahut birkaç kişiye bağlamak çok yanlış olur. Burada dönüm noktası diyebileceğimiz bir nokta da yok, dönüm noktaları var diyebiliriz, süreçler var. Biz o anlarda durumlarda hep işin doğrusunu yapmaya çalıştık. Burada ekonomiyi belli bir noktaya getirmeden sürdürülebilir bir başarı elde etmenin artık imkânsız olduğunu herkes biliyordu. Ekonominin rehabilitasyonu, Trabzonspor’un gerçekleri doğrultusunda, Trabzonspor felsefesi doğrultusunda hareket etmememiz, camianın kenetlenmesi… Bunlar çok kritik noktalar. Biliyorsunuz geçtiğimiz dönemlerde başkanlarımızın yaşadığı en önemli sıkıntılardan biri de buydu, toplumun sabrının tükendiği yerde kulübün ve yönetimin üzerinde oluşan baskı ve bu baskı altında yönetimlerin her zaman doğru karar verememesi... Her yerde söylüyorum burada camianın sergilediği duruş çok önemli; ilk defa bir yönetime, başkana böyle bir sabır gösterilmesi ve yaşanılan bu birliktelik bizi bir noktaya getirdi. Tabii bir de yapamayacağımız hiçbir şeyin sözünü vermedik, beklenti içine sokmadık, gerçekleri mümkün olduğu kadar şeffaf bir şekilde anlatarak güven ortamı yaratmaya çalıştık. Tüm bunların sonucunda bir yere geldik.
Burada bir parantez açıp kişisel olarak sizin hem Trabzonspor camiası içindeki tecrübelerinizden hem spor insanı olmanızdan da söz etmek gerekir diye düşünüyorum. Tüm bunların size bu süreçte ne gibi faydaları oldu?
Şöyle söyleyebilirim bunların hepsi bir tecrübe. Camianın içinde yıllardır yaşamış olmanın verdiği bir birikim var. Camiayı tanıyorsunuz, burada nereden bakarsanız 32 yıllık bir yöneticilik sürecim var. Camianın dinamiklerini daha iyi algılayabiliyorsunuz. Ben Trabzonspor’un gücünü hem buz dağına benzetiyordum. Alt tarafta koca bir buzdağı var. Görünen gücünden çok daha fazlası var… Ben buna inanmıyordum, bunu çok iyi biliyordum. Bu noktada işte bizim için en önemli güç Trabzonspor’un sahip olduğu dinamikleri kullanmak oldu. Sportif, finansal, demografik, idari dinamikler bunlar… Her şeyi gerektiği gibi yaptığınız takdirde 60 bin forma satışından 280 bin forma satışına ulaşabiliyorsunuz. Yahut forma alacak gücü olmayan 13-14 yaşındaki bir taraftarın da TS Club’tan bir çift eldiven alarak kendi sorumluluğunun bilincine vardığını görüp mutlu oluyorsunuz. Biz bu dinamikleri harekete geçirdik. Bu şampiyonluk bu noktada daha bir anlam kazanıyor. Taraftarımızın vermiş olduğu desteğin yapmış olduğu fedakarlığın sonucunu gördüğü yerde bir sonraki adımın bizler adına daha kolay olmasını sağladı, bundan sonra da sağlayacak.
Ayrıca şunun da yararı olduğunu söyleyebilirim: Ben yönetimin içinde olmadığım zamanlarda da yazıyordum, yorumculuk yapıyordum, sporun hep içindeydim. Dolayısıyla bu süreçte taraftarın nabzını tutma şansım hep oldu. Bu kulübün potansiyelinin her zaman farkındaydım. Bir diğer avantajımın da sporculuk olduğunu söyleyebilirim. Her yerde ifade etmişimdir; spor kulübü yönetenlerin sporcu kökenli olmalarında yarar var. Ekonomiyi, halkla ilişkileri de bilmeleri lazım ama sporun ruhunu da bildiklerinde ortaya biraz daha farklı bir tablo çıkabiliyor. Bir kulüp başkanı çıkıyor, iki üç ay sürekli sizinle uğraşıyor. Biz bu noktada tartışmaların, kavganın içerisinde yer almak istemedik, doğru yerde durmaya çalıştık. Bunu bireysel sporlara indirgediğiniz zaman, güreşten örnek verebilirim: 100 kiloluk iki güreşçi göğüs göğüse çarpıştırdığında bundan olumlu netice çıkmayabilir. Ama rakibiniz sizin üzerinize 100 kilo ile gelirken hafif geri çekilerek ayağınızı rakibin ayağına taktığınız zaman, 100 kilo artı 100 kilo 200 kilo ile rakibinizi şeker çuvalı gibi yere yapıştırırsınız. Mücadele ederken gücünüzü efektif kullanmadığınız yerde bir kere güç kaybına uğruyorsunuz, bir diğeri de sizin gücünüz rakibinizin eline geçebiliyor. Çok güçlü olabilirsiniz ama yeteri kadar zeki değilseniz o güç bir anlam ifade etmeyebiliyor. Bu süreç içerisinde biz bazı rakiplerimizin gücünü de kullandık. Onların kendi lehlerine olabilecek diye değerlendirdikleri ve ortaya koymuş oldukları çabayı tam tersi kendi lehimize kullandığımız durumlar oldu.
Son olarak Trabzonspor’un şampiyonluğu size neler hissettirdi?
Şampiyonluk sürecini yaşarken sorumluluklarınız var; algıyı, camiayı yönetiyorsunuz. O yüzden bir taraftar gibi yaşayamadım bu şampiyonluğu. Ben zaten şampiyonuz dedim Konya maçından sonra, Şubat’ın ikinci haftasıydı, bu işi bitirdik dedim. Ama camiayı hep temkinli tutmak gerekiyordu. Neticede bu yönetilmesi gereken bir şey olduğundan ben Antalya maçında şampiyon olduğumuzda da pek bir şey hissetmedim. Sadece Antalya maçının son beş dakikası biraz gergindim. Oradaki gerginlik de şu, saha kenarında Antalyaspor’un hocası ortamı anlamsız bir şekilde gerdi. Bir final maçı olur anlarım, ama seyirciyi tahrik edecek davranışların içinde bulunması beni ürküttü. Benim gerginliğim de ‘şu maç selametle bir bitse’ şeklindeydi. Ondan sonra on dakika fazla bir şey hatırlamıyorum, on dakikalık bir kopukluk var bende. Tek hatırladığım sahada on binlerce taraftar ve büyük bir uğultu. O kopukluk anı, belki de işte benim şampiyonluk duygum. Sorumluluk olduğu zaman bir taraftarın yaşadığı şeyi yaşayamıyorsunuz.
Başkan koltuğunda olmasaydınız sıradan bir taraftar olarak bu şampiyonluğu yaşasaydınız neler yapardınız?
Bir kere kafadan sahaya ben de atlardım! Niye atladığımı bilmezdim ama orada olmalıyım düşüncesiyle kesin atlardım. Yürüyerek, marş söyleyerek Meydan’a giderdim ve Meydan’da da sabahlardım. Fiziki olarak o enerjiyi boşaltırdım kesin. 1984 şampiyonluğunu iyi hatırlıyorum. O zaman bile, arabanın üstüne bayrak asıp Bağdat Caddesi’nde tur atmış, üç beş taş yemiş, arabanın camının kırmış, sonra oradan dönüp Acıbadem’de iki tur daha atmıştım. Ama taraftar olmakla yönetici olmak bambaşka şeyler işte... Orada sadece o insanların beklentisini karşılamış olmuş olmanın yaşattığı büyük bir mutluluk vardı.