Trabzon’un kendine has özel mahalleleri ve insanları vardır.
Şimdi dönüşüm ve zaman akışı kapsamında yavaş yavaş onları kaybediyoruz ve onlarla birlikte her mahalleye damgasının vurmuş, Trabzon’un sokak efendilerini de, o taş duvarların yıkılmasıyla beraber unutuyoruz.
Söz konusu mahalleler, Trabzon’un tarihine, anılarına, hatıralarına şahitlik etmiştir hep.
Her kaldırım taşının, her kesme taşın, ayak basılan her Arnavut taşlarının üstü, süslü olduğu kadar hisli anılarla da doludur.
Her eski sokak arası hatıralar yüklü maziyi hatırlatır.
Kimler gelmiş, kimler geçmiştir ve hangi sevdalarla, gizem dolu hayatlar yaşamış, karşısındaki kızı ya da erkeği sevmiş ama karşısındakinin onu sevdiğinden hiç haberi olmamış ve o platonik aşk bilinmeden, karşılıksız sevgi ve sırlarıyla ebediyete gitmiştir...
Her mahallenin, her semtin özel hatırlanan ve herkesin tanıdığı özel simaları vardır ya dedik.
İşte, biz onlara “Sokak efendileri” diyoruz.
*
Herkesin bir şekilde takıldığı, şakalaştığı, hani bir şekilde akıllı ama saf dediğimiz ve yaşamımız boyunca o mahallenin özel simgesi haline gelen insanlar.
…Ve neredeyse tarihi yaklaşık 70 yıl olan bir mahalle olan ve adı zamanında yeni kurulduğu için Yenimahalle diye kaydedilen, benimde doğup büyüdüğüm mahalle de, böyle simalara ev sahipliği yapmıştır.
Bunlardan biride Trabzon-Yenimahalle Bahçeli Evler’de ve civar mahallelerden 30 yaş üzeri herkesin tanıdığı, tanıyabileceği ve hatırlayacağı Muzaffer Olca’dır.
Kimi ne göre Komiser Muzaffer, kimine göre Fantom Muzaffer, kimine göre Deli Muzaffer ama son zamanlarında da hep Yeşilçam artistlerine ve şarkıcılarına özendiği ve onları sokakta taklit ettiği ve onlar gibi giyinip yürümeye başladığı için, nam-ı Anthony yani kısaca Anton Muzaffer kalmıştır.
Muzaffer ince, oldukça zayıf ve uzun boyluydu.
Trabzon Yenimahalle’de 1950 yılında doğmuştu. Şimdiki 100.Yıl İlköğretim Okulunun bahçesinin güney tarafında yıkılmadan önce, iki odalı küçük virane bir evde.
Mahallenin en eski gariban ailelerinden birinin ferdi idi. Köyü yoktu, yaylası da.
Orjinal bu şehrin çocuğuydu. Babası Helim aga vefat edene kadar balıkçılıkla uğraştı.
Faroz balıkçı barınaklarında, derme çatma bir balıkçı teknesi vardı. Annesi Trabzonlu ailelerden Hediye hanımdı, ev hanımıydı. Maalesef Fakir bir aileydi.
Muzaffer, kendisini hep olduğundan farklı tanıtıp, kendini dışarıya karşı öyle gösterdiği için, mahallenin haylaz gençleri tarafından hep makaraya alınırdı. Ona olmadık işler yaparlardı.
Şimdi yıkılmış olan atların su içtiği mahalle durağının yanında, su dolu yalağın içine elbiseleriyle karga tulumba Muzaffer’i atıp kaçarlardı. Ramazan gecelerinin kısa metrajlı filmiydi o an. Ondan sonra da seyret gümbürtüyü.
Yenimahalle’nin eski sahilinde, geceleri sabaha kadar denizin şırıltısı ve yosun kokusu altında turlar.
Çalmasını bilmemesine rağmen, elinde tıngırdatıp durduğu bağlamasını hiç düşürmezdi. Çalması da oldukça kötüydü, kendi sesi de.
Ona sonradan rahmetli olan yaşlı babaannesi Zehra hanım yıllarca bakmıştı.
O yüzden beraber yaşadığı babaannesini çok sever ve ona hep türkü bestelerdi.
Dedim ya bağlama çalmayı bilmez ve bir de sesi kötü olunca ortaya komik durumlar çıkardı ve o türküsü aklımıza takılı kalırdı “ Oyyyy babaannemmm… Benim babaannem… Oyyy. oyy oyy güzel babaannem” diye, gece yarıları denizin kıyısında, kayaların üzerinde oturmuş türkü söylerdi.
*
Şimdilerde üstü toprak ve asfaltla örtülmüş açık fuar alanı olan yerde, denize doğru 70 metre uzunluğundaki Yenimahalle mendireğinin, iki yakasındaki kayalıklarda kayadan kayaya uzun krem rengi pardösüsüyle artisvari zıplar durur, Şarkı söylerken Cem Karaca’yı taklit ederdi.
Sabahın ilk ışıklarıyla güneş doğarken evine çıkar, çizgili pijamalarını giyer, okuma-yazma bilmese de gazeteyi eline alır, evin küçük ahşap camına yaslanır. Gazeteyi nedense ters tutar sayfalarını çevirir, çevirir okur gibi yapardı.
Yıllarca ayakkabı boyacılığı yaptı. Trabzon’un belki de tek kravatlı ayakkabı boyacısı oydu.
Ceket, gömlek, ispanyol paça pantol ve koca güneş gözlükleri, kısa bağlanmış kravatı üstünden eksik etmezdi. Yırtık giymezdi ama genelde gömleğinin yakaları ve kol uçları simsiyah olurdu. Bizlere ‘’Sivil polisim” derdi.
Şimdiki Trabzon Emniyet Müdürlüğü binasının olduğu yer, 1970’li yıllarda yazlık Fuar Sineması ve hayvanat bahçesiydi. O yıllar şimdi ki gibi huzursuz değil, huzurlu olduğumuz günlerdi.
Muzaffer, zamanın çizgi fotoroman kahramanlarından “Killing” in elbiselerini giyer, yüzü de maskenin içinde kalırdı. Giriş bileti kesilen gişenin üzerine çıkar, elindeki eski okul zili çanı, sallar durur ve insanları hayvanat bahçesine bağırarak davet ederdi ‘’Bekle yılancı Mustafa, gelenler varrrr.’’
Kimse yüzünü görmezdi ama biz mahallenin gençleri onun olduğunu bildiğimiz için, gişe kulübesinin altına gelip, alttan yukarıya ona doğru “ Anton Muzaffer, komiserim, artist, sen Muzaffer değil misin? İn aşağı Anton ” diye bağırıp onu kızdırırdık.
Oda bize üstten aşağıya çaktırmadan, sertçe “gidin ulan buradan, gidin” diye kızgın bir şekilde bağırıp, ana, avrat küfür ederdi.
Değişik işlerde çalıştı, hiç parası olmadı, ama hiç de aç kalmadı. Mahalleli onu kızdırır ama özel olarak sever ve kollardı. Mahallede hiç bir kadına, kıza yan gözle bakmaz. Kendinin olmadığı hiç bir şeyi izinsiz almazdı. Eline, beline ve diline dikkat ederdi.
Günümüzde paraya tapan insanlar gibi hiç olmadı. Gönlü zengindi. Hayatta da parayla hiç işi olmadı, bunu hiç de dert etmedi. Hiç evlenmedi daha doğrusu evlenemedi.
Çok saftı. Bu saflığını fırsat bilen mahallenin genç erkekleri yaz akşamları süslenir, püslenir, makyaj yapar, telli duvaklı gelin kılığına girer. Onu da damat yapar, sözde ona düğün yaparlardı.
Şimdiki Ağız ve Diş Sağlığı Hastanesinin, batı tarafındaki arazi mısır tarlasıydı. Gecenin ilerleyen saatlerinde tarlada gelinin erkek olduğu ortaya çıkınca, gelin kaçar. Antom Muzaffer hem şaşkın, hem sinirli kızılca kıyamet kopardı. Hep birlikte yakındaki deniz kıyısına inilir anlatır, anlatır gülerdik. Oda hiç bir şey olmamış gibi biraz sonra yanımıza gelir otururdu. Sanki az önce kendisiyle dalga geçilen, kandırılan o değilmiş gibi.
Bir yerden kamera bulunur kendisine sinema filmi çekeceklerini söyler ve ona başrol verirlerdi. Genelde rejisörler Yenimahalle'nin büyüklerinden, eski futbolcu ve futbol hakemlerinden, fizik öğretmeni Hikmet Öksüzoğlu ve Faroz'dan nam-ı diğer zamanın video kasetçisi, Vakko Kahraman, yani Kahraman Topçu olur. Ona rolünü tarif ederdi ama her nedense başrol olmasına rağmen, rol icabı da olsa şakayla karışık dayağı hep o yerdi.
Bazen bir kaç gün ortadan kaybolup, birden ortaya çıkınca sorarlardı “ Ya Anthon nerelerdeydin görünmedin” diye ama cevabı hazırdı, o kalın çok da anlaşılmayan, ağzının dişlek yapısı içinde yuvarladığı sesiyle “ İstanbul’daydım oğlum, yeni filmimi çektim “ derdi.
Genelde o dönemin en ünlü aktörü Cüneyt Arkın’a özenir ve kasıla kasıla yürürdü. İçinde sadece bir çift çorap olan siyah bond çantasını, kendine iş adamı havası vermek için, genelde hep yanında taşırdı. Uzun krem rengi bir pardösüsünü ve ellerinden yaz-kış çıkarmadığı siyah meşin eldivenlerini hep giyerdi.
*
Bizde o kadar hatırası vardır ki yazmakla bitmez.
Beslenememe ve kötü koşullarda yaşamış ve yağmurda, karda, kışta, fırtınada sabahlara kadar sokak sokak dolaşıp, deniz kenarlarında dalgalara karşı turladığı için ve evinde yakacak bir sobası bile olmadığı için üşütmüş, yıllarca ciğerlerinden hasta olarak yaşamaya çalışmıştı.
Anton Muzaffer, özelikle babaannesinin ölümünden sonra, küçük evi yıkılıp da okulun bahçesine katılınca, ciğerleri onu yıkamamış ama asıl o zaman yıkılmıştı.
Haliyle çocukluğunu, gençliğini, yıllarını geçirdiği mahallesinden taşınmak zorunda kalmıştı.
Son günlerini yine kendisi gibi yarım akıllı bir kadın olan Ayşe ile gezerek, tozarak geçiren ve onunla sözde evlendiği söyleyerek ya da öyle hayal ederek teselli bulmuştu.
Trabzon Lisesi’nin karşısındaki Emir Mehmet Türbesi’nin arkalarındaki küçük köhne bir evde yaşamaya çalışan ve ayakkabı boyacılığıyla gerçeğine dönen Muzaffer, maalesef bu hastalığının da etkisiyle 56 yaşında ebediyete gitti.
Ahi Evren Hastanesi’nde doktor ona "ileri safhada tüberkülozsun yatıp tedavi olman lazım" demesine rağmen, nam-ı diğer Leydi Ayşe’si ile onu dinlemeyip bom boş evine dönmüştü. Bir hafta sonra 2006 yılının karlı, buzlu bir Şubat gününün çok soğuk sabahında, evinin içerisinde yerde onu ziyarete gelen amcasının hanımı ve yengesinin gelini ölü buldular. Olay yerine gelen polis ekiplerinin içerisinden bir polis memuru telsizden şöyle anos ediyordu “Evde soba yok. Doğru dürüst ısınacak bir malzemede yok. 56 yaşındaki erkek şahıs donarak eks olmuş amirim”
Bu şekilde ölüm biz mahallenin gençlerine ders niteliğinde kapak olmuş, duyan cenazesine gelmiş, ondan helallik istemişti.
Buzlu yolda, rampasında zorla gidilen Bahçecik Mezarlığı’na bitişik, Trabzon Bahçecik E Tipi Kapalı Cezaevi'nin dış duvarına yakın bir yerde çok sevdiği rahmetli babaannesi Zehra Olca'nın üzerine defin edilmişti.
Aslında o kadar mutlu yaşamıştı ki, üzerinde doğru dürüst elbisesi yoktu, yiyecek yemeği de. Cebinde beş parası olmadı ama onu bir kez ne suratı asık, ne moralsiz nede bir yerde bazı siyasiler gibi ağlarken gördük.
Mahallesi zaman zaman maddi, manevi ona destek çıktı. Olanla hep mutlu oldu.
Yenimahalle’nin sahili zamanla gidiş gelişli, çift şeritli şehirler arası ana yola dönüşüp, ayrıca yürüyüş ve bisiklet pisti olunca, mevcut belediye tarafından kumsallar kapatılıp, denizle bağımız kesilince, bizim için bu sahilin, mahilin de tadı kalmadı artık.
Ta ki denizimiz ve kumsalımız bize geri verilene kadar.
*
Oralarda şimdi sıcak yaz akşamları bazen yine dolaşırken, uzaktan ne zaman bir bağlama sesi duysam, rahmetli Anton Muzaffer geliyor aklıma…
Bir gece mahallenin çocukları yine deniz kıyısında şakalaşırken, derme çatma teli kopuk bağlamasını, onu kızdırmak için kayalara vurup çatlatmadan, son bestesini yosun kokularının arasında duyar gibiyim: “Şoförsüünnn dedileeerrr...
Muzaffereee kız vermedileerrr… Oyyy babaannemmm oyyy, oy.”