Trabzon’da, tarihi Zağnos Köprüsü’nün altında ki kurumuş dere yatağında, küçük iki katlı müstakil evinden çıkıp, dere mahallesinin içinden, Pazarkapı semtinde ki şimdi yıkılmış olan çocuk yuvasının önüne doğru, bitirimce yürür çıkardı.
Güneşli bir günde beyaz ütülü gömlek, siyah İspanyol paça bir pantolon, yumurta topuk ayakkabılarını hatırlarım hayal meyal.
Traşlı ve grand tuvalet gezerdi genelde. Cebindeki bozuk paraları yolda rastladığı mahallenin çocuklarına, hem yürür hem dağıtırdı. Çocuklar onu görünce adeta saygı duruşuna geçerdi.
Çünkü; mahallelerinin jilet gibi, bitirim Süleyman ağabeyleri geliyordu.
Yukarı yerli olduğunu söylerler ama doğum yeri, bildiğim Trabzon’du.
Anne, babasını ve üvey babasını yıllar önce kaybetmişti.
Dere Mahallesi’nin 70’li yıllarda bıçkın bir delikanlısıydı.
*
Süleyman gözü pek, yürekli ve dik duran biriydi.
Evli olduğu dönemde, Kalekapısı’nın orada bir yerdeki fırında geceleri çalışır, hamur yoğururdu.
Gündüzleri de genelde Moloz’da deniz kenarında, derenin denize döküldüğü yer, şimdi akaryakıt istasyonu olan yerde, kürekle, kalay, gümüş, bakır ve altın parçaları ararlardı.
Küreği suyun dibindeki çakıla kuma sokar,suyun üstüne kaldırır, su döküldükten sonra parmaklarıyla kürek üstündeki irili ufaklı taşları eler, değerli parça arardılar.
Para edecek paha da ne varsa, ufak bir şey bulunca kısa günün bereketi diyerek, alacak olan dükkanın yolunu tutarlardı.
Bir kaç arkadaşıyla zamanın altın arayıcısı gibiydiler.
Birkaç kez de deniz de ufak tefek şeyler bulduklarını duydum .
Ama yüreği gibi de eli açık olduğu için, kendinden daha garibanlara dağıtırdı.
Yer içerdi, zaman zaman o yıllarda alkolde almaya başlamıştı.
Belki de onu tanıyanlar her gün alkol almasına rağmen, sağlığı el verene kadar onun ramazan ayında bir fiil oruç tuttuğunu bilmezdi.
Şimdi yeşil alan olan Dere Mahallesi’nin cadde üstü giriş kenarında, sonradan yıkılan fırının yanında, çok yüksek olmayan kaldırım kenarındaki duvar üstünde oturur, ister istemez mahallenin giriş, çıkışını koruyor havasına bürünürdü.
*
Anne, babası sağ iken evlenmişti. İki erkek çocuğu oldu.
Ayrıca iki kız kardeşi vardı.
Bir tanesi deniz subayı ile evlenip gitmişti.
Diğeri Keriman'ın da akli dengesi biraz yerinde değildi.
Yetişkin oğullarından Sebahatin'in İstanbul'da hayatını kaybettiğini duydum.
Diğer evladı Selahattin'de, İstanbul’da yaşıyor.
Baba Süleyman'ın ilerleyen yıllarda alkol bağımlılığı başlamış, eşi ile yıllar sonra ayrılmıştı.
Maddi ve geçimsizlik sıkıntıları, eşinin çocuğunu da yanına alarak ve onu yapa yalnız bırakarak evden çekip gitmesi, haliyle onun dünyasını karartmış ve yıkmıştı.
O sıralar babası vefat etmiş olduğu için, ikinci kez evlenen annesi, eşi ve çocuğuyla 50 metre kare üzerine kurulu iki katlı küçük bir evde beraber yaşıyordu.
O küçük evde mutluluğu arayan Süleyman, mutsuzlukla tanıştı.
Komşularının anlattığına göre bir gece eve yine alkollü geldiğinde, annesini yalnız başına bulmuş, eşinin çocuğunu da alarak evi terk ettiğini öğrenmişti.
İşte hayat filminin kırılma anı, o geceydi.
Halbuki hep beraber oturdukları evin, kısa bir süre önce tapusunu da almışlardı.
O saatten sonra mahallenin bıçkın delikanlısı Süleyman Albayrak, kafayı sıyırmıştı.
Artık tek arkadaşı alkoldü.
Ayık gezdiği gün yoktu.
Eşinden ve çocuğundan da uzun süre haber alamayınca, üstüne başına da dikkat etmemeye başlamıştı.
Komşular rahatsız olmasın diye gece evine gece yarısı sessizce girer, onu seven mahallenin çocukları onun bu halini görmesin diye, sabah sabah erken saatler de evden çıkıp kaçarcasına giderdi.
*
Anlayacağınız şık, bakımlı Süleyman artık gitmiş, yerine saçına sakalına, üstüne başına artık dikkat etmeyen özen göstermeyen bir ‘’Berbat Süleyman’’ gelmişti.
Yaşlı anacığı da ölüp tamamıyla yalnız kalınca tam dağıtmış, Berbat Süleyman saçı sakalı tamamıyla koy vermişti.
Artık bu halini, komşuları ve her zaman harçlık verdiği çocuklar görmesin diye, evine de gitmez olmuştu.
Artık yeni mekanı Gazipaşa Mahallesi ve İskele Caddesi ve de büyük limanın çevresiydi.
Bir karton mukavvayı yere serip, kendine yatak yapar, gökyüzünü de yorgan yapıp üstüne çeker ve kıvrılır uyurdu.
Genelde Ganita’da ki tünelin çıkışında sol kenardaki yeşil alan, meskeni olmuştu.
Orada yiyor, içiyor orada yatıp kalkıyordu.
Evine uğrama bile uğramıyordu.
Anlayacağınız her geçen gün daha kötüye giden Berbat Süleyman’ı karalar bağlamış, hayata küsmüştü.
Kışın soğuktan yazın sıcaktan yüzü nerdeyse kapkara olmuştu.
Ailesi evi terk ettikten 13-14 yıl sonra, delikanlı olmuş çocuğu İstanbul’dan çıkıp gelmiş ve babasını bulmuştu.
Onu o mahallenin girişinde kenardaki alçak duvarda oturmuş, baba-oğul dertleşip sohbet ederken bir kaç kez görmüşlerdi.
Babasının bu haline dayanamayan evlat, babasını önce berbere, sonra hamama götürür pırıl pırıl yapardı.
Üstündeki pis elbiselerin hepsini çöpe atar, onu yeni baştan tepeden tırnağa giydirirdi.
*
Oğlu haliyle İstanbul’a dönmek zorunda olunca, ayrıldıktan bir kaç gün sonra üzerindeki yeni elbiseleri çıkartıp kendinden daha garibanlara verir ve ortaya yine o eski Berbat Süleyman çıkardı.
Onun bu halini cadde ve sokaklarda gören, yeni yetmeler onu iyi tanımadıkları için, ona Süleyman abi değil artık ‘’Berbat Süleyman’’ diye seslenerek takılmaya da başlamışlardı.
Ama Berbat kafasını çevirip de bir saniye bile onlara bakmazdı.
Hatta ismini daha da kısalaştırarak ‘’Berbat Sülo‘’ ya da ‘’la berbat‘’ diye ona seslenip onunla dalga geçerlerdi.
Bazen bu anlara tanık olan onun gençlik arkadaşı, şimdi 70‘li yaşlardaki milli dalgıç Ersin kalfa ağabeyimiz, ona takılanlara çıkışır; ‘’ Ulan siz onun kim olduğunu biliyor musun. Onu tanısaydınız bu yaptıklarınızdan utanırdınız’’ diye bağırır, hatta onlara küfür ederdi.
Zamanla Dere Mahallesi de, Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) buldozerlerle girdiği yerlerden biri oldu.
Orada yeşil alan olması için Berbat Süleyman’ın evi dahil, oradaki tüm evleri bedellerini ödeyerek istimlak etti.
Evin parasını alıp arkasına bile bakmadan, tümünü oğluna vermişti.
O yine 5-10 lira ile idare eder, şarap parasını çıkarınca büyük limanın karşısındaki küçük parka, meskeninin yolunu tutar, İskele Caddesi’nden aşağıya sağ tarafında kalan binalardan denizi bile göremeden, kırma topuk ayakkabı ile dağınık bir vaziyette yürürdü.
TOKİ evini istimlak etmeden arada bir umutla boş evine uğrar, acaba gidenler geri dönmüş müdür umuduyla kontrol ederdi.
Evde ne annesini, ne babasını, ne ablasını, ne eşini ve de ne çocuğunu göremeyince, yine karalara bağlanırdı.
Uğramışken bakımsızlıktan çürümeye başlayan evinin kırık döküğünü de tamir ederdi.
Üvey babası sağ iken alkolünde etkisiyle her nedense babasına saldırır, peşinden koşar ama ona fiziki zarar vermezdi, sonra da yaptığına pişman olurdu.
O anda komşulardan, hem de kendisinden utanır mahalleden hızlı adımlarla adeta kaçarak uzaklaşırdı.
*
Son yıllarında akıl sağlığı yerinde olmasa da, ona kimsenin deli dediğini yada deli diye bağırdığını hiç duymadım.
Ona kimse deli diyemedi Çünkü ; o deli değildi.
Gündüzleri güneşi gördü mü duvara yaslanır, plastik bardakta bir demli çay, yanında birde bir cigara yakar derinlere dalardı.
Diğer kız kardeşi Keriman'da onu ara sıra arar bulur, halini hatırını sorardı.
Trabzon’da zaman geçtikçe adını ve kim olduğunu bilenler azaldı.
Sorsanız kim diye ‘’Berbat Süleyman’’ derlerdi. Kimileri onun niye bu hale geldiği hakkında türlü türlü yorumlar yapardı.
Hatta bir kızı çok seviyordu, sevdiğini alamadı diye bu hale düştüğünü diyenler bile oldu.
Kent içinde tanınan bir simaydı ama çok kirli, çok pis ve saç sakal karışık dolaştığı için, insanlar onu yanına yaklaştırmazdı.
Dilenci değildi ama bazen ona gıda ve giysi yardımı yapan ve yemeğini yediren de olurdu.
Kimseye ‘’kışt’’ demezdi.
Kimsenin ailesine, kızına dönüp bakmazdı.
İnsanlara zararı yoktu.
Çocukları severdi ama yanlarına kendinden korkmasınlar diye artık yaklaşmazdı.
Korkunç bir hafızaya sahipti ona kötülük ve iyilik yapanı asla unutmazdı.
Bir dönem Samsun’da tedavi de olmuştu. Köpekler ve kediler onun dilsiz dostlarıydı.
*
Evi de istimlağa gidince, Trabzon’un Yomra ilçesinde bir ara boş bir ev bulmuş kışı orada geçirmişti.
Büyük limandan Yomra’ya her akşam yürüyerek gider, ertesi sabah yine yürüyerek Trabzon’a gelir ve her gün kilometrelerce yolu yürümek zorunda kalırdı.
Belediye otobüsüne ve dolmuş minibüslere binmez, kimseyi görüntüsüyle rahatsız etmek istemezdi.
Çok yorulunca bazen bu taşıma araçlarına el atar ama kimse de onu o haliyle aracına almak istemezdi, almazdı.
Oda kahreder tabana kuvvet derdi.
Yürümekten ayakları yara bere olmuştu.
Haliyle bir daha Yomra’ya gidip gelmekten vazgeçmişti.
Onun tanıyanlar arada bir onu yıkar, temizler, traş eder, temiz temiz giydirirdi ama bakmışsınız Süleyman, bir ay sonra olmuş yine Berbat Süleyman...
Bir giyindiğini giyinmeyecek duruma gelene kadar giyer sonrada çıkarırı çöpe atardı.
Siz ona en iyi elbiseyi, ayakkabıyı verseniz bile, üstünde varsa almazdı.
‘’Git başka bir garibana ver’’derdi. Başını öne doğru eğer, kaldırımdan duvar dibinden gideceği yere yürür giderdi.
O halini görenler onu tanımadıkları için ondan uzak geçer, ona alaylı gözlerle bakardı.
Süleyman’da bunu fark edince bıyık altında gülerdi.
Berbat, bazen kendisine çay ısmarlayanlarla kısa sürede olsa ayak üstü beraber çay içer ve etrafa görüntü rahatsızlığı vermemek üzere uzaklaşırdı.
Artık sokaklar onun evi olmuştu.
Yazın bir parkta, kışın ise genelde içi sıcak olan, kentin imar ve dizayn açısından en kötü yeri olan, Trabzon Şehirler Arası Otogar’daki bir bankın üstünde, kıvrılır yatardı.
Bir sürede Meydan Parkı’ndaki bir kulübenin içinde kalmıştı.
Meydan Parkı’da yeniden restorasyon olunca, orayı da terk etmek zorunda kalmıştı. Yaşamın kırbacı onu bırakmıyor, adeta onu takip ediyordu.
Tek ihtiyacı, başını sokacak bir kulübe, yarım ekmek, biraz peynir, bir paket parliament sigarası, bir şişe de alkoldü.
*
Hayata küsünce, kafayı üşüttü dediler.
Aslında onun aklı başındaydı.
Yaş 70’e yaslanınca sağına soluna ara sıra ona yardım edenlere ‘’ Üşüdüm, üşüyorum’’ derdi.
Artık kendi kendine konuşmaya başlamıştı.
Ona kimin hangi gözle baktığını bilir, onu tanıyanlar lafını da dinlerdi.
Yukarı yerli olduğunu biliyorum ama aslen Rizeli olduğunu da söylerlerdi. Ne derece doğru bilmiyorum.
Takvimler 2013 yılının, inceden, hafiften kar atan soğuk bir aralık ayı gecesini gösterdiğinde, yine soğuktan sığındığı Trabzon Şehirler Arası Otogar’ında, her zaman yanına kıvrıldığı, çayını içtiği alt kattaki Kalorifer peteğinin yanına gitmek istedi.
O gece terminal kalabalık olduğu için, kimseye rahatsızlık vermemek adına biraz daha soğuk olan, üst kata çıkmak istedi. O katta yazıhaneler vardı ve o saat de haliyle kapalıydılar.
Amacı görüntüsüyle çalışanları, yolcuları rahatsız etmemekti.
Zaten son günlerde çok yorgun ve hastaydı.
Elinde bir plastik bardak ta çay, bir de cigarası ile üst kata çıkmak için merdivenleri ağır ağır tırmandı.
Ne bilsin hayattaki bu son çayı, son cigarası ve son tırmanışı olduğunu, köşedeki duvar dibine yere serdiği koli kartonlarının üstüne uzandı.
Üstüne de bir kartonu yorgan niyetine çekti.
Karlı soğuk gecenin sabah saatlerinde, halen daha uyuduğunu gören yazıhane çalışanlarından biri yanına gitti.
Çünkü; hiç öyle yapmazdı.
Erkenden kalkar, Otogar’dan dışarı çıkardı.
Onu uyandırmaya çalıştı, uyanmadı.
Üstündeki kartonlar soğuktan kontrplak gibi olmuştu.
Bir zamanların bıçkın delikanlısı, 70 yıllık şehrini istenmeyecek bir şekilde terk etmişti.
Polis geldi tutanak tuttu, amirine telsizden seslendi ‘’Ex olan vatandaş, bizim Berbat Süleyman’mış amirim’’
Defin işlemleri yapıldı.
Cenaze namazı kılındı mı? Kılınmadı mı? Bilmiyorum.
Kılındıysa eyvallah, kılınmadıysa günahları başına…
*
Bostancı Mezarlığı’na, meskeni büyük limanın önünü oradan gören, kimsesizlere ait bir köşeye defin edildi.
Lakabı berbat idi ama kalbi temizdi.
Bu dar sokaklı kente küskün mü gitti? Bilmiyorum.
Trabzon’un Arnavut taşlı cadde sokaklarında, artık onu göremiyoruz.
Sanki her an bir köşeden çıkacakmış gibi geliyor insana.
Bu şehirden, kendinden başkasına zararı olmayan bir adam daha, bir Berbat Süleyman’da geldi, geçti.
Hani ya bir deyim vardır ‘’Bir insan acıdan delirdiğinde, diğerleri onun acısını değil, sadece deliliğini görürler’’
Sanırım Berbat Süleyman bunun en iyi bir örneğiydi.