Aklıma geldikçe, genelde Trabzon’da, bölgemizde ya da yurdumuzda; bizlerde iz bırakan isimleri, aziz hatıralarına saygılı kalarak, fırsat buldukça yazmaya çalışıyorum.
Bu sefer de -müsaadenizle- ilk kez bizden birini yazayım, dedim…
Evde arşivi karıştırırken çok eski, notlar alınmış bir deftere rastladım. Ve oturdum laptopumun başına;
Lise öğrencisiydim.
1981 yılıydı. Bir yaz tatilinde köydeydim.
Laz köyünde, Laz mimarisiyle nem kokan evinin dış duvarına yaslanmış, ak sakallı büyük babam, Cevahir oğlu 1891 doğumlu Osman Beşyıldız ile oturduğu ahşap sedirde baş başaydık. Sabah bulutların arasından kafayı uzatmış güneş, etrafı yavaş yavaş ısıtmaya başlamıştı. Soğuk geçen amansız kış da, ayrım yapmadan bütün ağaçlardaki yaprakları sarartmış ve toprağa düşürmüştü. Toprağın üzeri ve köyde keçi yolları gibi olan yaya yolları, yığınla kurumuş yapraklarla örtülmüştü. Ardından İlkbahar, bahçelerdeki bütün çiçekleri ve çay tomurcuklarını da yanına alarak, yerini yaza devretmeye başlamıştı. Havada, filiz vermeye başlayan çay bahçelerinin kokusu vardı.
Ben sordum, o anlatmaya başladı:
Kendine has Laz şivesiyle ilk cümlesi ‘’ Eyyyy gidi insanlar ce! Şimdi çoği öldi gitti.’’
Hem anlatıyor hem de ağlıyordu. Arada bir anlattığı ifadelere Lazca kelimeler katıyor. Bazen de Lazca küfrü basıyordu.
Yazma merakı o zamandan başlamıştı bende.
Elime geçirdiğim yarım yamalak küçük bir defter, yarısı kırık küçük bir kurşun kalem ile anlattıklarını hızla ve heyecanla not alıyor, arada birde 90 yaşında başında beresi takılı, büyük babamın bembeyaz sakalını, boştaki elimle avuçlayıp severek okşuyordum.
*
Ağzından Mustafa Kemal Atatürk’ü düşürmeyen ve sabah akşam Kuran-ı Kerim okuyan bu adam, anlatmaya konunun adeta ortasından ve kendine has şivesiyle aynen şöyle başlamıştı: "Allabela ce. O zamanlar kıtlik var idi, yoksulluk var idi. 1920’li yıllar, yaz mevsimi hava sicak mi sicak..Yol de atların pisliğuni çubukla garıştirup, içindeki misir danelerini ayikler. Bir kap bulup içine su koyar, iyice misir tanelerini yaktuğumuz çoban ateşinde iyice gaynatup, temizleyip yerduk.’’ dedi.
Oturduğu yerden biraz doğruldu, iki eli ile tuttuğu bastonuna çenesini dayadı. Başını yavaşça kaldırdı, uzağa karşı tepeye Zuhu köyüne doğru derin derin baktı ve başını yana çevirdi. Aşağılara doğru bakarak Gurtume Köyüne bir göz attı ve devam etti:
‘’Mondros Mütarekesi’nde anlaşmayi imzalamiş olan ülkeler anlaşmanun on görduği koşullare uymadiler ve çeşitli bahaneler one suren bu itilaf devletleri Franse, İngiltere ve İtalya’nun donanmaleri İstanbul'a gelmiş idi. Bazı vilayetlerimiz işgal edilmiş idi. Yunen, Fransız, İtalyen, İngiliz askerleri, hemen her yerde yabanci subayler, yetkililer ve hain ajanler var idi. İtilaf devletlerinin onayiyle, Yunan ordusi'nun 15 Mayis 1919'da İzmir'e çıkmasi uzerine, gomutanımuz Mustafa Kemal Paşa Anadolu'ya gitmeye karer vermiş. 16 Mayis 1919'da,’Bandirm’ isimli küçük bir tekne ile İstanbul'den ayrilmişti. 19 Mayıs 1919 Pazartesi güni de, Samsun’e ulaşarak Anadoli toprağine ayak basmişti. Eyyyy gidi goca Mustafa Kemal Paşeee…!"
Eyy "Önündeki kalaylı bakır meşrebe deki bardaktan bir yudum soğuk su içen büyükbabam, sağ elinin tersiyle ağzını sildi.
Sağ yakasındaki Rumi 1 Teşhir-i Sani (Ekim-Kasım) 1338 tarihi (1922) yazan madalyasına, arada bir gözlerini aşağı doğru eğip beyaz sakallarının ucuna doğruda bakıyor ve konuşmasında devam ediyordu:
Kurtuluş Savaşı sonrasında o İstiklal Madalyası’ndan, yaklaşık 95 bin 261 kişiye verilmişdi. Bağlı oldukları askerlik şubelerine onurla teslim edilmiş ve teslim alınmaya gidildiğinde sağ yakalarına saygıyla takılmıştı.
Büyük Taarruzun 95 bin neferinden biri olan aksakallı büyükbabam, yavaşlayan hareketleriyle anlatmaya, bende not almaya devam etmiştim.
‘’Doği’de, Erzurum'de de bir hareketliluk başlemişti. Mustafa Kemal Paşe hızli bir biçimde hareket ederek, tüm hareketun başine geçmişti. 1919 yılinun yazinde yapilen Erzurum ve Sivas kongrelerinde bir sozleşme ile ulusel hedefler ilan edilmiş idi. İstanbul'un, İşgal kuvvetlerince işgal edulmesi uzerine, gomutanumuz Mustafa Kemal, 23 Nisan 1920'de TBMM’ni açarek merkezi Ankara olan, yeni ve geçici bir hükumet kurdi. O arada Yunen ordusi de, Çerkez Ethem'un ayaklanmasinden yararlanarak ve onun ile işbirliği içerisinde Bursa , Eskişehir ve Balıkesir yoninde harekete geçmişti. Yunen ordusu beş tumen ile Sakarye'ye bir cephe saldırisi başlatmişti’’
*
Bu sırada ben araya girdim: "Tamam da büyükbaba’’ dedim. "Sen bu arada neredeydin? Ne yaptın? Asker arkadaşların ne yapıyordu? Onu da anlat’’ dedim.
Kulağı ağır işittiği için anlamadı önce. Sağ elinin avucunu kulağının arkasına koyarak, kulağını bana doğru eğdi "Anlamadum torun, yugsek sesle gonuş’’ dedi. Soruyu tekrarladım, devam etti.
‘’Ben böluğumle Afyon kalesinde mevzide idum. Tüfekle karşı siperlere ateşe edeyiduk. Tufeğimiz, muhimmatumuz az idi. Onumuzde sipere yatmiş arkadaşumiz şehit düşunce, onun arkasınde bekleyen asker, vurulmeden aynı tufeğin yanina koşiyor, aynı tufekle düşmane ateş ediyurduk. Nihayet 26 Ağustos 1922’de benim bulunduğim Afyon’un doğusundeki mevzilerden buyuk taarruze geçen ordimuz, 30 Ağustos 1922 tarihinde, tüm düşman kuvvetlerini öldurmiş ya kaçırmiş, ya da esir etmişti. Çok arkadaşum şehit oldi."
O günler aklına gelince gözlerinden akan yaşa şahidim, rahmet okudu. "Peki dede!’’ dedim "Sonra?" "Sonra mi? 9 Eylül 1922 tarihinde Ataturk’un emriyle, kendilerini kovalayan ordularımizden kaçmekte olan düşman kuvvetleri, İzmir yakinlarinde denize dökulmişti. 1923 tarihinde Lozan Antlaşmasunun imzalanmasınin ardinden Kemal Paşa, 29 Ekim 1923 tarihinde yeni Turk Devletinun idare şeklinun Cumhuriyet olduğuni ilan etmişti. Eyyyy gidi insanlerrr… " diyerek bir iç geçirdi. Gözleri sağ çaprazında kalan karayemiş ağacının dalındaki malağure kuşuna gitti. Diğer adı ile sarı asma kuşu. Tüyleri genelde parlak sarı renkte olan, eti yenilebilen iri bir kuş. Lazca daki adı da: şiligogiadır.
Savaşın bittiği günlerde Balıkesir hattında hastalanan gazi büyükbabam, oradalar daki bir köy camisinde, dört-beş gün konaklamak zorunda kalarak kendi birliğinden teskere aldığı iki-üç arkadaşıyla gecelemiş, köylülerin ikram ettiği bir parça köy ekmeği ve çorbalarla hasta vücudu biraz kendine gelmiş, ayağa kalkmıştı. Asker arkadaşları tek tek yolda ayrılıp köylerine doğru yönelince, günlerce yalnız yürümek zorunda kalmıştı. Balıkesir’den Doğu Karadeniz kıyısındaki köyüne haftalarca zor şartlarda bağda, bahçede, tepede, dere kenarında konaklayarak, doğada uyuyup, yolda bulduğu yiyeceklerle idare ederek, gökyüzünü üstüne yorgan yaparak uyumuştu. Ardından günlerce yürüyerek köyüne gelmişti.
Bu arada bazı tanıdığı simaların da bu savaşta firar ettiğini, adları ve nerede yaşadıkları da bende kalsın, dediğini hatırlıyorum o gün. Yıllarca bağında bahçesinde çiftçilik ve hayvancılık yaparak bir kız, altı erkek toplam yedi çocuk ve on yedi torun sahibi olan büyükbabam, bu bana anlattıklarının aynı yılı içerisinde, yıllarca aynı yastığa baş koyduğu 86 yaşuındaki eşi Saniye Beşyıldız’ı (Aksu) kaybetmiş, bir yıl sonra da 1982 yılında 91 yaşında iken vefat etmişti. Evlatlarından sadece biri şu anda 92 yaşında Ahmet Beşyıldız ve aynı köyde hayatını sürdürüyor.
İstiklal Madalyası’nı, onun vefatından sonra hiç çocuğu olmayan en büyük amcam yıllarca yakasında taktı. Oda 84 yaşında 2003 yılında vefat edince, yakasındaki İstiklal Madalyası o günlerde kaybolmuştu.
Yakasından düşmüş ya da yolda bastonuyla yürürken, kalabalıkta biri yakasından altın zannederek almış yada kaybetmiştir, dedik. Aramadığımız köşe, bucak kalmadı. Evinde de bulamadık. Üzülmüştük.
Çünkü bu manevi ve onuru yüksek madalyayı korumak, saklamak istemiştik.
*
Bu aramalardan sonra aradan 15 yıl geçmişti.
Bir gece yarısı telefon geldi sevdiği evlatlığından: ‘’Abi müjdemi isterim.‘’
Ne olabilir acaba diye aklıma bile gelmemişti.
"En son rahmetlinin taşıdığı, büyükbabanıza ait olan İstiklal Madalyası’nı, bu gece bizim köydeki sandığı temizlerken sandığın en dibinde buldum.’’
İnanın o anda, o kadar sevindim ki anlatamam.
Hemen gidip o saatte emaneti aldım. Madalyayı tutan kumaş çok eskimiş ve çürümüştü. Lime lime dökülüyordu kırmızı kumaşını değiştim.
Tam tamına 98 yıllık olan İstiklal Madalyası’nı şimdi camlı bir kutuya koyup, evimde en güzel bir köşeye asacağım.
Önünden her geçtikçe ona onurla bakıp, aziz hatırasına selam duracağım…