O, Ganitalı bir Seyyah…
Trabzon’un ilk kadın basketbol takımının oyuncularından biriydi...
Anne tarafı Rusya’ya, baba tarafı Balkanlara dayanıyor. Aslında o, Trabzonlu güzel bir melez.
Bir iş insanı, bir öğretmen, bir açık deniz kaptanı aynı zamanda…
RUHSAN KOÇ
Kıtaları, ülkeleri, dağları, tepeleri, ormanları, nehirleri kat etti. Şimdi evlat ve torunlarıyla Sarıyer’in kıyısından bizim Ganita’ya doğru bakarak; ufukta batan kızıl güneşle beraber, anılarıyla Karadeniz’in sularına doğru hüzünle dalıp gidiyor…
1948 yılının, soğuk bir ocak ayının ilk günüydü.
O yıllarda asık suratlı beton binaların üstünüze üstünüze gelmediği günlerde, evlerinin kapısından Boztepe’yi görürlerdi. İskenderpaşa Mahallesi’nde; şu anda da hizmet veren İtalyan Katolik Kilisesi Santa Maria’ya doğru inmeden, otuz metre yukarısında sol tarafta iki katlı ahşap sarı boyalı müstakil, bahçeli bir evde doğdu. Arka bahçesindeki portakal ağacının kokusu bazen mahalleye yayılırdı.
Yaklaşık otuz beş yıl kadar önce benimde içini gördüğüm; Koç ailesinin bu şirin evinin hemen yan komşusu da, ahşap yapılmış tripleks bir Türk mimarisine sahip çok güzel bir evdi. Ünlü Diş Dr. merhum Cemil Bulak’a aitti. Bu güzel evin yerinde artık betondan ve estetiksiz çirkin mi çirkin kötü mimarisi olan bir bina yükselmiş!
İki ağabeyi, iki de erkek kardeşi vardı. O evin tek kızıydı ve beş kardeşin ortancasıydı. Evin tek kız çocuğu olunca nazlı büyüdü. Kendi deyimiyle tek kız çocuğu olmanın avantajlarını hep kullandı.
Buraya ilk gelip de yerleştiklerinde, zamanında at arabasının bile zor girdiği bu dar sokaktaki babasının ayakkabıcı dükkanında; babasının arkadaşları, örnek aldığı çok kıymetli büyüklerinin uğrak yeriydi. Pansumancı Osman Amca, nam-ı diğer Topal Hakim Kamil Ergüney, Diş. Dr. Cemil Bulak, Dr. Ahmet Özpeker, sobacı Yılmaz Usta, Teyfik Usta, Mehmet Salih Özbilen, Dursun Ali Sakarya, Hasan Atalay, nam-ı diğer Papaz Kamil, Murat Yavuz, Haydar Üçüncü, Cafer hoca, Hamdi Kalkavan, Adil Murathanoğulları, Tayyar Murathanoğlu ve komşu kilisenin papazı Tatisyano, Ruhsan Koç’un o gün hafızalarından kalanlardı. Çoğu vefat etmiş isimler, kalanlara ise sağlıklı ömürler… Şimdi şöyle bir hayal edin kentin ve mahallenin ileri gelenleri ve mahallenin papazının akşam sohbeti. Vay be ne güzel günlerden, ne günlere gelmişiz!
Şefkat ve sevgi dolu bakışlarıyla büyümüştü. Yaşı ilerledikçe serpilmiş, boylanmış, poslanmış, mahallenin güzel genç kızları arasına katılmıştı. Uzun boyluydu, güzeldi, alımlıydı. Belki de ona mahallesinde platonik aşk besleyen mahalle arkadaşları vardı. Bundan belki haberi vardı, belki de hiç olmadı. Ne temiz sevgiler, ne platonik aşklar, karşı tarafın haberi bile olmadan hiç duyulmadan kaybolup gitti değil mi? O güzelim orijinal Trabzonluların! yaşadığı bu Trabzon’un dar sokaklarında.
Oturdukları ahşap iki katlı küçük ev yapılmadan tam orada küçük bir kilise varmış.
Bir tarih, kültür, sanat zalimi yıkmış. Bu evde üstüne yapılmış demek ki! Ruhsan Koç; Mısırlıoğlu Sokağı’ndaki bu küçük kilisenin hangi tarihte yıkıldığı bilmiyor . Eski Rum konaklarına dokunulmamış… O evleri görmek iç merdivenlerini tırmanırken, yorgun tahta basamaklardan çıkan gıcırdama sesleri duymak, her açılan bir odada sanki sizi karşılayan biri varmış, duygusunu hissetmek, ne garip şey değil mi? Aslında bu kentin sadece denizini değil, kültürel varlıklarını da, tarihini de çalmışlar. Kimler? Hangi zihniyet?
*
Çocuk yaşlarda mahalle arkadaşlarıyla en çok hoşlarına giden şey; evlerinin az aşağısında kapısı şimdiki gibi kapalı değil, her zaman açık olan İtalyan Katolik Santa Maria Kilisesi’nin bahçesine gitmek ve taşlığında oynamak. Hurma zamanı kasım ayı gibi, arka bahçedeki olmuş Trabzon hurmalarını yemek ve çınlayan bir ses çıkardığı için kulaklarını kapatarak papazın çanı çalışını izlemek, unutamadıkları sahnelerden biriydi... Bir gün davet üzerine yemeğe Koç ailesinin evine giden Papaz Tatisyano, elinde boyalı yumurtalarla masaya gelince, Mısırlıoğlu Sokağı’nda bir paskalya kavramı öğrenilmişti. Ama; gidip de kimse Hristiyan olmamıştı!
Sokaklarının en unutulmaz objesi sokak lambasıydı... Evlerde şimdiki gibi halen daha sık sık elektrikler kesilince, bazı öğrencilerin dibinde oturup ders yaptığı o sokak lambası! onun altında ağabeyleriyle ve mahalle arkadaşlarıyla sohbet eder. Bazen saklambaç, guggu, çizik taş, uzun eşek, birdirbir, ip atlama, mendil kapmaca, misket, ceviz, sobe, çelik-çomak, bazen de top oynarlardı. Aslında gece maçı; o yıllarda Trabzon’da mahalle aralarında sokak lambasının altında başlamıştı bile! Gündüz kale direği vazifesi gören, kalecileri olmayınca iki direk arasında kaleye geçen genç bir kızdı Ruhsan Koç. Belki de dünyada kadınların ilk futbol topuna ayak vurduğu yer de, o yıllarda din kardeşliğinin yaşandığı mozaik kent Trabzon’un sokaklarıydı. Ben de şahittim bu tip mahalle maçlarına. Hatta kalede bayan var diye, rakip takım oyuncularının sert bir şut atmadığı bir futbol edebiyle!
Paragraflara, cümlelere, kelimelere sığmayan Ganita Mahallesi’ne şimdi gidip bir bakın, o yıllardan kalan evlerden yüzde yirmi beşi sadece ayakta duruyor. Ruhsan Koç; Trabzon’un o yıllarda bir çok mahallesinde yaşananlarla aynı senaryoyu paylaştı. Herkesin kapılarını kilitlemediği, mutfağını, masasını, acısını, sevincini paylaştığı dönemdi.
İlkokulu Dumlupınar’da, orta ve lise öğrenimini Beşikdüzü ilçesinde binlerce kız öğrencimizi bu memlekete hayırlı bir insan olarak yetiştiren Öğretmen Okulu’nda yatılı bir öğrenci olarak tamamlamıştı. Basketbol topuyla da, potayla da orada tanışmıştı.
Yıllar önce hikayesini yazdığım, Ganitalı James Köksal’ın kız kardeşiydi. İyi futbol oynar, çok iyi kelebek stilinde yüzer. Ganita sahilinin hırçın dalgalarında sörfsüz! viya kayar, çiçeklerle, doğayla,denizle, fotoğraf makinesi ve kitaplarıyla arasında aşk yaşayan biriydi James Köksal. Ağabeyi Köksal vefat ettikten sonra, evdeki kütüphanesinde bulunan tüm kitapları; Türkiye’nin önemli kitaplarının da yer aldığı İstanbul’da ki 29 Mayıs Üniversitesi’nin içinde, büyük bir kütüphane olan İsam Kütüphanesi’ne armağan edildi. İsmi ve fotoğrafı diğer bağışçı koleksiyoncularla beraber ölümsüzleşti.
Diğer ağabeyi rahmetli Özkan Koç’da, arkadaş canlısı sevdiklerine değer veren buğulu sesiyle sizi kucaklayan mahallenin sevilen ağabeylerindendi. İyi bir yüzücü ve ilk su topu oyuncusuydu. Onun bu özelliği, Atatürk’ün gemisi Savarona yatında askerliğini serdümen olarak yapmasına, bu süreçte Avrupa’nın birçok kentini, limanını gezmesine sebep olmuştu. O da bir Ganita tutkunuydu. İki ağabeyini de çok erken kaybedince, Trabzon’a biraz küskünlüğü başladı Ruhsan Koç’un.
Hayatta olan kardeşlerinden Miraç Koç, denizlerin gördüğü en yakışıklı kaptanlardan biriydi. Yüzme yarışlarına katılmış, su topunda başarı gösterdiği için İstanbul Büyükdere yüzme ihtisas’ında formasını giymişti. Her türlü denizin ve teknenin vazgeçilmezlerinden idi. Ruhsan Koç’un gezginliği kardeşiyle yaptığı tekne gezilerinde de yer aldı. Kendiside aynı zamanda açık deniz kaptanıydı. Ruhsan hanım, Annesi Binnaz Hanım’ın ismini verdiği Yelkenli Teknesi ‘Binnaz’ ile çok kültürel amaçlı mavi turlara çıktı.
En küçükleri Mustafa Koç’da; evde devamlı ekmek almaya bakkala gönderilen küçüğüydü. Sevgi dolu bakışları, cesur yorulmayan her işe koşandı. O da iyi yüzücüydü. Hatta tüm erkek kardeşlerinin yüzme yarışmalarına hep beraber katıldıkları olmuştu. Kardeşi Miraç ile Tanrı vergisi yetenekleriyle hiçbir çizim yapmadan ve mühendislik hatası olmadan, tabiri caizse bir keser, bir hızarla yirmi metrelik tekneler yaparlardı.
*
Genç kızlık döneminde güzel fiziğiyle dikkat çekerdi. Evlerinin altı deniz olduğu için yaptığı yüzme ve oynadığı basketbolun görüntüsündeki rolü haliyle büyüktü. Beşikdüzü’ndeki okul müdürleri, babasına bu okulun kızına kattığı çok şeyler olacağını söyledi. Öylede oldu. Lise bölümünde okullarına cumhuriyetin yetiştirdiği Feriha Çamlıbel isimli harika ve başarılı bir kadın beden eğitimi hocası geldiğinde, basketbol ile resmen karşılaştı. Önce okul takımı kuruldu. Sahalarını kendileri yaptı. Okulun marangozu da potalarını.
Bu arada Karadeniz Bölgesi’nin 1963’lü yıllarda tek bayan basketbol takımı bünyesi altında olan Trabzon İdmanocağı; kendilerine lisans çıkartıp her türlü desteği sağladı. Kalacak, yiyecek ve antrenman yapacak yer gibi. Maçlara Trabzon’da daha düzgün şartlarla çalışıyor, takımın koçu olarak genç Ruhsan, aynı zamanda Trabzonlu olmayan arkadaşlarını kentte gezdirip rehberlikte yaptı. 1966’lı yıllarda Trabzon’un o güzelim yerlerini, caddelerini, dar sokaklarını onlara gezdirdi. Babasının küçük dükkanına arkadaşlarıyla doluşup, annesinin hazırladığı su böreğinden yemeleri evinin köşesinde asılı duran siyah beyaz bir fotoğraf gibi artık.
İlk kez Boztepe’de; o zaman bu ülkenin başının belası Amerikalı askerlerin kaldığı NATO üssünde, çok güzel cam basket potasını görünce önce şaşırmış, sonrada o potaya basket atmanın ortak sevincini yaşamışlardı. İdman yaptıkları yer ya da salon neredeyse Trabzonlular gelip, bu o yıllarda bayan şimdi ise kadın diye adlandırılan basketbol takımının çalışmasını izliyordu. Okul maçlarından sonra Türkiye Kulüpler Arası Basketbol Şampiyonası için Trabzon’un ilk bayan basketbol takımı olarak hazır olup, Trabzon’u temsil ettiler. Yurdun değişik yerlerinde özellikle batı kentlerinde basketbol müsabakalarına çıktılar. Kapalı Spor salonu olmadığından o yıllarda, İdmanlarını şimdilerde Trabzon İl Sağlık Müdürlüğü olarak hizmet veren, Sağlık Meslek Lisesi’nin yatakhanesinde kalarak okulun bahçesinde sürdürdü...
Ruhsan Hanım o günlerle ilgili şunları da aktardı; ‘’Bu arada Beşikdüzü’nde okuldan mezun olunca iki sene Zafanoz Köyü’nde öğretmenlik yaptım. Sonra ayrılıp, İstanbul’a gittim, yakın akrabalarımın yanına. Öğretmenliğe devam etmeme kararı alıp istifa ettim. O arada İstanbullu olan eşim Etem Mete Nazlıca ile bir operada tanışıp çok kısa bir sonra evlendik. Eşim yurtdışında olduğu süreçte İstanbul'un tarihi mekanlarını gezdim. Bu gezginlik bende daha ciddi safhalara ulaşınca dünyanın dört kıtasında, çok çeşitli ülkeleri gezme-görme zemin hazırladı. Dünyanın en yüksek tepelerine gittim ve çevreyi izledim. Afrika'nın sahra çölünden, Arabistan’ın çölünde gece sessizliğin ne ürkütücü olacağını hissettim. Ganita’da ki sokak lambamızın bile önemi geldi gözlerimin önüne. Zirvelerde güneşin doğuşunu seyrettim. Everest’ten alında, Doğu Afrika’da Kilimanjaro Mont Blanc. Yorgun akan nehirler ; Mısır’da Nil, değişik ülke sınırlarındaki Tuna, Volga, Don Nehirleri… Rusya, Bulgaristan yani onlarca ülkede sayısız kiliseler, camiler… Mesela; Barcelona’daki Kurtuba Cami, saymakla yazmakla bitmez. Artık çocuklarda yetişkin yaşa gelince, bir gezgin, bir seyyah olmuştum adeta!’’
Ruhsan Hanım eşi Mete Bey’in görevi vesilesiyle yıllarca yurt dışında yaşadı. Sayısız dost edindi. Ganitalı seyyah üç yetişkin evlat annesiydi. Umut, Meryem Banu ve Doğan Balamir Nazlıca. Üç evladı da evli ve toplam 5 torunu var, hepsi kız çocuğu. Bir müddet sonra eşiyle yolları ayrıldı ama hep arkadaş olarak kaldılar. Eşi genelde yurt dışında yönetici pozisyonunda çalıştı hep. O da ilerleyen yıllarda kesin dönüş yaparak İstanbul’a yerleşti. 2014 yılında 65 yaşında iken, bir kalp krizi sonucu olarak hayatını kaybetmişti. Daha sonra kendisinin başlayan profesyonel iş hayatı ile dünyaca ünlü iki kozmetik firmasında, yıllarca üst düzey yöneticilik yaptı.
Trabzon’un ilk kadın basketbolcularında biri olan Ruhsan Hanım’ın annesi, annesini hiç göremeyenlerden! Annesinin babası yani dedesi, Trabzon’un Kalçiya Köyü’nden Süleymanoğlu Rasim idi… 1.Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesinde Ruslara esir düşüp, Kazan ve Sibirya’da, benim dedem Mustafa Aktepe gibi esareti yaşayanlardandı. Yedi yıllık bir esaretten sonra doğduğu topraklara geri dönerken, atının yanında bir at daha vardı ve o atın üstündeki Türkiye'yi, Trabzon'u hiç bilmeyen sadece büyükbabasına güvenerek Türkiye'ye gelen, güzel bir Rus kızı olan anneannesiydi. Ruhsan Koç’un ismini bile bilmediği kayıtlarda bile olmayan anneannesi, annesini dünyaya getirdikten sonra memleket özlemiyle vefat etmişti. Mezarını bile bilmiyor. İsimsiz, mezarsız, Rusya'dan kopup gelen anneannesi aklına geldikçe hüzünleniyor.
Ruhsan Hanım, bir ara uzun süren bir Rusya seyahatinde; Don ve Volga Nehri kenarlarında hasretle özlemle tanımadığı anneannesi için buz gibi akan Volga Nehri’ne çiçekler bırakmış, çiçekler uzaklaşıp gidene kadar bir su damlası gibi kırılgan nazlı yosun yeşili gözleri olan annesi Binnaz Hanım ile ağlayarak izlemişti.
*
Babası Zühtü Bey; o da babasını hiç görmedi. Aynı ayakkabıcı dükkanının yanında sevdiği için balıkçılıkla da uğraşırdı. Deniz kendilerine çok yakın olduğu için babası zaman zaman balık tutmaya Ganita’nın açıklarına çıkardı. Mahallesindeki lakabı ‘Koç Dayı’ idi. Kayığı vardı. kayığının baş ucunda da ismi; ‘’Koç Dayı’’ yazardı. Tuttuğu palamutları denizden mahallesine doğru çıkarken, konu komşuya bir kuruş bile almadan dağıtırdı. NATO’nun subayları ayakkabı almaya gelirdi dükkanına, hatta oradan ayrılıp Vietnam’a giden Amerikalı subaylar, oradan Koç Dayı’ya mektup yazar hal,hatır sorarlarmış.
1800’lerin sonuna doğru Balkanlarda yaşanan karışıklıklar nedeniyle burada yaşayan Osmanlı tabasından bazılarının İstanbul’a, oradan da farklı yerlere iskan edinmek için gönderilmişlerdi. Bu kısmı isterseniz Ruhsan Hanım’dan dinleyelim; ‘’ Babaannem ve kız kardeşi, Tuna Bölgesi’nden, Tunaoğulları lakabıyla Trabzon’a gelip, kendilerine gösterilen Değirmendere’ye yerleşirler. Oradan da Kisarna’ya geçerler. Rus işgaliyle 1914-1918 yılları arasında macırlığa çıkılıp ardından dönüldükten sonra, Trabzon bütün yaraları kucaklar gibi tekrar onları kucaklıyor. Babaannem, Kadınlar pazarına inen yolda bir manifatura dükkanı açıyor. Çocukken babaanneme yemek tasıyla öğle yemeği götürürken, dar dükkanların kapılarında asılan peştamallar, giysiler, uzaktan bakırcılar çarşısında gelen sesler hala benimle. Babam iyi bir binici ve avcıydı aynı zamanda. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bile ayakkabı imal etti. Batum'da yapılan ayakkabıcılar arası yarışmaya katıldı ve ödül aldı.Yarışmada kendisine verilen çekici yıllarca sakladı. Okumayı çok seven babamın başucundan kitap hiç eksik olmazdı. Onun bu kitap ve okuma sevgisi biz çocuklarına da geçti. Babam bekar iken yine bir ava çıktığında, yolu annemin köyünden geçer. Annemi görünce, atını durdurup ismini sorar ve kader birbirine benzeyen iki hikayenin kahramanlarını o günden sonra bir araya getirir.’’
*
Trabzon’un Beşikdüzü ilçesinde 1954’de kurulan ve ülkemize çok sayıda eğitimci yetiştiren, ilim ve irfan yuvası Beşikdüzü Öğretmen Okulu öğrencileri tarafından oluşturulan Trabzon İdmanocağı Kadın Basketbol Takımı’nın oyuncularındandı. Koç, yaz mevsimlerinde bazen arkadaşı Yadigar Altay (Atagün) ile onun rahmetli eşinin Ardeşen’in Oce köyüne geliyor, yeşilliği, sessizliği ve denizi onunla paylaşıyor.
Ruhsan Koç: ‘’Takımımızın efsane antrenörü, eski milli basketbolcu Feriha Çamlıbel (Altınoğlu) idi. O yıllarda Trabzon’da kurulan İdmanocağı Kadın Basketbol Takımı’nın antrenör ve sporcusuydu aynı zamanda. Milli ilk kadın basketbolcularından ve antrenörlerinden… Efsane bir isim; 1940 İzmir doğumluydu. İlk ve orta tahsilimi İzmir de yapıp, Bursa Kız Öğretmen Okulu’nda okumuştu. Yabancı dili Fransızca idi. Edirne’de eğitime devam etmiş burada basketbola başlamıştı. Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi Bölümü’nü kazanmıştı. Ankara’ya giderek, burada okulda basketbol oynamaya devam etmiş, Sofya’ da yapılacak Dünya Üniversiteler Arası Olimpiyatları’na katılacak basketbol takımına seçilmişti. Aynı yıl basketbol milli takımına seçilmiş, o güzel yıllarındaki İran ile yapılan maça takım kaptanı olarak sahaya çıkmıştı. Okulumuzda öyle bir dönemde basketbolu başlatan çağdaş bir isimdi. Okulda voleybol takımında da oynadım... En büyük şansımız harikulade ilerici bir spor hocamızın olmasıydı. Kendine okul müdürümüze ve ona destek veren Trabzon İdmanocağı’na çok şey borçluyuz. Okulun toprak bir sahasını bize ayırdılar ve sahayı bizler hazırladık. En zor aşama ailelerden bonservisimiz için izin alınmasıydı. Ailem tabi ki izin verdi. Ne komiktir ki bir maç öncesinde takımımızın çekilen formalı, şortlu fotoğrafı mahalli bir gazete de yayınlanınca, babamın dükkânının camını kırmışlardı bir gece… Ailem arkamda durmuştu. Şimdi aklıma geliyor da gülüyorum. Ne günlerden ne günlere geldik. Voleybolda ve Basketbolda kadınlarımız, Avrupa şampiyonluklarına adlarını altın harflerle yazdırıyorlar şimdi. O zamanın şartlarında kısacık şortlarımızla sahaya çıktığımız zaman bazı hoş olmayan sözlerle de karşılaşıyorduk. Şimdi ise kızlarımız hep salonlarda fırtına gibi esiyorlar. Son sınıfta stajımızı okulumuzdan uzak bir köyde yaparken antrenmanlara okula gidip, geliyorduk. Çok karlı bir günde araba bulamadığımız için takıma yetişmek amacıyla karların içinde saatlerce yürüyerek okula gittik Yadigâr Altay’la... Ben takımımızın kaptanlığını da yaptım. Mezun olduktan sonra baskete devam edemedim. Oğlum bir dönem Eczacıbaşı’nda basket oynadı. Bu aralar biraz rahatsız olan, Edirne’de yaşayan, o cesur yürekli 81 yaşındaki hocamla dostluğumuz sürdürüyoruz.’’ diyerek, bahçesinde oturduğu koltuğunda, önündeki Türk kahvesinden bir yudum aldı. Sanırım 73 yıllık hayatı bir an gözlerinin önünden geçti. Sanki asırlık gibi geçmiş bir yaşamı 73 yıla sığdırmıştı.
Hindistan, Nepal, Tibet, Rusya, Suudi Arabistan, Yunanistan, İtalya, Fransa, İspanya, İngiltere, Çek Cumhuriyeti, İsviçre, Almanya, Monoka, Tanzanya, Kenya, Mısır, Tunus ve Fas topraklarına ayak basarak tur değil, kültürel geziler yapan, Ganitalı basketbolcu seyyah kadın; yaşamı boyunca kıtaları, ülkeleri, dağları, tepeleri, ormanları, nehirleri kat etti.
İlginç ortamlarla insanlarla karşılaştı, her biri anısı oldu. Bunlarla ilgili olarak Ruhsan Koç: ‘’Arabistan çölünde geçirdiğim bir akşam, yapılan sohbette ülkelerimiz hakkında etrafımızdakilerle konuşurken, rehber Türkiye’den geldiğimi duyunca. Hemen ‘Mustafa Kemal Atatürk’ demesi üzerine, sessizliğin içinde uçsuz bucaksız çöl bana çok kıymetli geldi. Gururlandım. Klimanjoro Dağı eteklerinde kaldığım günlerden bir sabah, dağın zirvesini erken saatte görebilmek için korkunç bir sesle uyandım. Yer sallanıyor gibi, dışarıda toz bulut, binlerce Antilop çılgın gibi koşuyorlardı. O an güneş dağın zirvesini aydınlattı. Unutulmaz bir fotoğraf, unutulmaz bir andı. Nepal’de; Everest eteklerinde çok bir loge (sadece gece konaklayabileceğiniz küçük bir yer) sadece ocağın ateşiyle ısınabildiğiniz bir yer ve loş bir ışık. Duvardaki asılı resim yabancı gelmedi. Dikkatli bakınca çok şaşırdım; Türkiye’de ki ünlü bir futbolcumuzun portresini Everest’in eteklerinde görünce, çok şaşırdım. Etrafımdakilere fotoğraftakini tanıdığımı söyleyince, hayatımın en güzel Masala Çayını içtim!
Alman doğa bilimcisi Goethe der ki; her bakış bir gözlem, her gözlem bir düşünce, her düşünce bağlantı ve ilişki doğurur. Seyyah Koç; şimdi evlat ve torunlarıyla İstanbul Sarıyer’in kıyısından, bizim Ganita’ya doğru göremese de bakarak; ufukta batan kızıl güneşle beraber, anılarıyla, hatıralarıyla, Karadeniz’in o soğuk sularına doğru hüzünle dalıp gidiyor ve o günleriyle her an, her saat yine yaşamaya devam ediyor.