Hasan Ali Toptaş- Gölgesizler

Emel Meryem Parlak Yazdı "Hasan Ali Toptaş- Gölgesizler"

Öncelikle bu kitabın beni çok fazla heyecanlandırdığını belirtmek istiyorum. Jung-Rüyalar'dan hemen sonra başlamam mükemmel bir denk geliş oldu. Rüyalar'ı bitirdiğimde kendimi suyun üzerinde uzanmış huzurunda hissediyordum. Beynimin genişlemesini hissediyor gibi uzanmış... İnsanın öğrendiklerini kullanabiliyor duruma gelmesi demek çok ukalalık olur ama buna benzer bir şeyi yaşaması bile çok heyecan verici.

"Gölgesizler " kelimesinden önce "gölge" kelimesinden bahsetmek gerekir. Gölge en basit tanımıyla "Bir nesneye ışık kaynağından yayılan ışık çarptığında nesnenin aydınlanan yüzünün tersinde oluşan karanlıktır. " Yani gölge hem ışığı hem de karanlığı barındıran ikili yapısıyla oldukça dikkat çekici bir kelimedir.
Bu gözle romanın ismine bakarsak "Gölgesizler" bir yanı eksik kalmış, karanlıksızlık yüzünden aydınlığın, ışıksızlık yüzünden karanlığın değerini bilemeyen-yaşayamayan insanlardır.

Bu ikili kavuşma romanın şeklinde de vardır. Roman köyde ve kentte geçmektedir. Köyde kaybolan kentte, kentte kaybolan köyde ortaya çıkar ve bu iki mekan birbirinin içinde kaybolur. Aynı gölgesizlik gibi değil mi,evet.

Gölgesizler kimler olabilir?

Tamamen karanlıkta kalanlar, gerçekten var olmayanlar...

Tabii bunlar benim cevaplarım ama romanın da bunları işaret ettiğine dair birçok kanıtım mevcut. Fakat kanıtlarıma geçmeden önce biraz romanın genel hatlarından bahsedeceğim. Romanda kent ve köy olmak üzere iki mekan vardır. Gerçek mekan kentken, kurgusal mekan köydür. Fakat bu iki mekan zaman zaman birbirine karışır. Köydekiler kente,kenttekiler köye gider. Her şey berberde bekleyen adamın düşündükleridir aslında. Bunu söylemem romanı okuma zevkinizi asla engelleyecek bir ayrıntı değildir. Nitekim Toptaş da romanın başlarında bunu sezmenizi isteyecektir. Bu bana Toptaş'ın olaylara odaklanmayı bırakın ve gölgeleri aramaya başlayın deme şekli gibi geldi niyeyse.

Berberde bekleyen adamın güvercin resmine dikkat etmesiyle başlayan süreç köyde Güvercin isimli kızın kaybolmasına sebep olur. Bu köydeki ilk kaybolma değildir. Kaybolan insanlar döndüklerinde farklılaşmışlardır ve kaybolma serüvenlerine dair bir şey söylememektedirler. Bunun bir kendini arama, gölge bulma ya da tamamlanma yolculuğu olduğunu düşünmemiz gerekir.

"Ama hep yürümüş... ufukta ayna yüklü kuşları görüyormuş çünkü,onlara ulaştığında kendini bulacağına ve kurtulacağına inanıyormuş. Kuşlarsa, aynalarında bin bir görüntüyle kanat çırpa çırpa uzaklara doğru uçuyorlarmış. Kuş aklı işte, oysa varmaya çalıştıkları bütün uzaklar aynalarındaymış..."

Varmaya çalışılan uzakların aynalarda olması az önce bahsettiğim yolculuğun amacını kanıtlar niteliktedir. Yolculuk aslında kendi içlerinedir. Bu köy-kent ikilisi de roman boyunca bana sık sık bilinç-bilinçaltı kavramlarını düşündürdü. Aslında bilinç ve bilinçaltı olarak değerlendirdiğimizde her şey yerli yerine tam olarak oturuyor.

"Kaybolan Nuri ucsuz bucaksız bir bozkırda buluyor kendini. Derken ormana giriyor. Kendi kendini çoğaltan yemyeşil bir dev'e. Çamların içi birbirine dolanan yılan ıslıklarıyla doluymuş. Bu yeşil kabustan nasil kurtulacağını bilmiyormuş.

O sırada bir yaşlı adam görüyor. Yaşlı adam surekli toprağa bakıyor. Toprağa baktıkça yüzü yüzünden kopup toprağa doğru akıyor yerden bir karış havada ikinci bir yüz oluşuyor."

Orman, yemyeşil dev, yılan sembolleri bilinçaltına ait semboller olmaları bir yana ikinci bir yüz oluşması kısmı beni okurken oldukça heyecanlandırıyor. Bu kısımda kendimce bu yolculuğun sonunda yeni bir ben bulunacağını, gölge yanın kabullenilmesi gerektiğini buluyorum. Bu aslında kişinin kendisini bulması için kaybolması gereken klasik zorlu yola dönüşüyor zihnimde. Hepimizin bildiği masallardaki gibi masal kişisi zorlu bir yolculuğa mecbur bırakılır, döndüğünde aynı kişi olmayacaktır. Dolayısıyla ormanda karşısına çıkan yaşlı adam da bizleri şaşırtmamalıdır.

"Yoksa bu köyde herkesin bir yoku mu var diye geçirdi içinden."

"Ola ki köylüler büyük bir titizlikle gizliyordu yoklar sürüsünü, herkes kendi yokunu sessizce besliyordu. Bu konuda her insanın kendine özgü bir yöntemi vardı belki; sözgelimi, kimi geceler boyu düş yedirirken kimi ninni içiriyordu yokuna, kimi türkülerlemasallarla besliyordu, kimi sessizliğiyle büyütüp sessizliğiyle uyutuyordu, kimi de kendini yediriyordu yiyecek diye, giyecek diye kendini giydiriyordu."

Hayatlarımız birçok süreçten geçiyor. Her olay bilinçaltımızda kendinde bir yer ediniyor. Peki bizi var eden, biz yapan nedir? Yoksa hepimiz mi gölgesiziz? Köydekiler gibi kaybolmadığımızı düşünerek avunuyor muyuz sadece? Yoksa sadece kaybolanların bilebileceği bir bilme şekli mi var?

Tüm bu soruları buraya bırakıp farkettiğimde beni heyecandan zıplatan bir ayrıntıyla bitireceğim. Cennet'in oğlu kaybolan kızı kaçırmakla suçlanır. Fakat bu suçlama temellendirilmez. Buna rağmen köylüler inanmayı seçerler.

Cennet'in oğlu onlara köyün koktuğunu söyleyerek farkındalık yaratmak ister fakat onu delirmiş olarak görürler. Bulduğu yılanı beline dolanır ve kendi kuyruğunu yerken onu da öldürür. İşte sizi burada tüm heyecanımla Jung'a götürüyorum. Fotoğraf olarak ekleyeceğim de.

Uroboros ebediyetin sembolü olan yılanın adı.Kendini yaratmayı sembolize ediyor. Bunun için kuyruğunu yemek, başladığın yere dönmek(devir kavramı), gölgesiz olduğunu kabullenmek, kaybolmak gerekiyor olabilir ya da var olmak için önce yok olmak...

Heyecanımdan ve fazla ayrıntıya girerek konuyu dağıtmaktan korktuğumdan bazı kısımları kısa kestim, atladım. Uzun süredir bu kadar coşkun bir okuma yapmamıştım. Eksikler için affola, keyifli okumalar dilerim.


İlk yorum yazan siz olun
Haberlerde yapılan yorumlarda Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazar Yazıları Haberleri