Ramazan ayı göz açıp kapayana kadar geçip gitti. Durur mu bayram da bitti… Hoş tadı da kalmadı, anlamı da… Bayramdan kasıt; artık büyük çoğunluğa göre sadece tatil!!! Ama ne tatil? Hep aynı hatalar, hep aynı kazalar ve hep aynı tür ölümler… Üstüne üstlük yine çok sayıda şehit haberi… Hangisine yanalım? Yine milletin kandırılmasına mı, yüzü aşan ölümlü trafik kazalarına mı, o kadar şehidimize mi? Hangisine?
Biliyorum bu soruların artık anlamı kalmadı! Çokları kabullenmişlik içinde… Sadece tesadüfen yaşayıp gidiyoruz… Gidiyoruz da, acaba gidenlerden haberimiz var mı? Evet, merak ettim ve gidenlerin hatırını sormak istedim!!! Ne telepati, ne metafizik, ne ruh çağırma ve ne de başka bir yolla… Sadece cep telefonu ile!!!
Bu yazıyı buraya kadar okuyanlar “ Tamam İhsan hoca da kafayı yedi!” diye içlerinden geçirmeye başlamışken hemen uyarayım: Yok, yok kafayı yemedim! Hala nasıl yemediğime şaşıyorum ama, merak etmeyin şimdilik iyiyim! Bu şartlarda ne kadar daha gider bilemem elbet…
Birkaç hafta önce bu yeni nesil telefonların azizliğine uğradım. Mükerrer yazılmış bir ismi silmek isterken, yanlışlıkla tümden “sil” butonuna basmışım!!! Uyanana ve iptal tuşuna basana kadar birçok numara uçup gitti. Dedik ya teknoloji özürlüyüz, yedekleme falan da yapmamışız. Bereket ki ilk zamanında cebimizdeki “ankesörlü” telefonların hafızaları yetersiz olduğu için ayrıca fihrist de tutmuştum. Oturup silinen numaraların birçoğunu iki ayrı fihristten yeniden yüklemeye başladım.
Çok zor bir iş ama, bunu yaparken çok uzun olmayan zaman diliminde yitirdiğimiz ve çok çabuk unuttuğumuz o kadar kişiye rastladım ki bir anda bambaşka aleme daldım. Aman Allahım, kimler yoktu ki?
Sevgili dostlar; cep telefonu teknolojisi çıktıktan ve ondan önce rehberime kayıtlı o kadar değerli insanı yitirmişiz ki neredeyse tümünü unuttuk! İşi başka yöne çevirdim. Ve tümünü de aramaya karar verdim!
Hangisi yazayım? Hemen aklıma Ziyad Nemli, Orhan Kaynar, Mehmet Tan, Emin Şefik Yılmaz, Ayhan Kıyak ve Ömer Güner geldi. Ziyad ağabeyin Ömer Emice’ye takılmaları, Ömer Emice’nin Ziyad ağabeye “Orospiii!” hitabını nasıl unuturum? Ya Orhan Kaynar’ın Mehmet Tan’la, Mehmet Tan’ın Özkan Sümer kavgalarını? Tan’ın kızdığı zaman Sümer’e “hazret”, Ahmet Suat Özyazıcı’ya “Molla” diyen salvolarını? Merak edip sormak istedim! Yine aynı sallamalar devam eriyor mu acaba? Ama cevap yoktu!!!
Hatta Mehmet Tan, vefatından önce son telefon konuşmasını benimle yapmıştı! Nereden mi biliyorum? Savcılıktan! Evet, vefatından sonra bir gün savcılıktan çağrıldım. Sanırım 2003’tü. Konu Mehmet Tan’ın kaybolan telefonu idi! Savcı bey çay ikram etti ve bir saatlik sohbetten sonra “Sadece rutin bir işlem” dedi o kadar… En azından onun hatırına belki cevap verir diye düşündüm ama demek ki yaşarken hiç küsmediğimiz Mehmet Tan bana darılmıştı! Çünkü telefonuma cevap vermedi!
Bir umut beni ve benim gibi birçoklarını zorla, inatla gazeteci yapan Suavi Kaptan’ı, Doğu Karadeniz’in en gezgin, araştırmacı gazeteci olarak doğup öyle ölen Ahmet Kayacık’ı, Anadolu Ajansı’nda beraber çalıştığımız Turan Kardeş’i, TSYD’de birlikte mücadele ettiğimiz Devrim Sağıroğlu’nu, Ali Zengin’i yine aynı çatı altında çalıştığımız Salih Çamoğlu’nu aradım! Sonra TRT’den sevgili Nazan Turasan’ı, Türksesi’nden Ömer Değirmencioğlu’nu…
Cevap alamayınca bu defa eski kalıp gazete baskısında yaptığı çerçeveye kısa geldiği için yazı işleri müdürü Özdemir Çatalbaş’a ünlü bir şairin şiiri için “Yahu şu şiire satır daha ekle de çerçeve tam olsun” diyen sevgili Ali Kara’yı aradım! Bizim neşe kaynağımız ama içinde yaşanan volkanlarını anlamadan aramızdan kopup giden Muharrem Özağcı’yı, “Kral” Muharrem Kaya’yı denedim! Yok, yok, yok!!!
Telefon rehberime kayıtlı olup da şimdi aramızda olmayan isimlerin listesi uzun! Mesela Ali Özbak! Onu hiç unutmayacağım! Yaşarken değeri bilinmeyen Ali Özbak! Aksi idi, kırıcı da olurdu. Doğruları söylerdi ve söyleme şekli de acıtıcı idi… Arkasından yakılan ağıtların çoğu inandırıcı değil ve bana komik geliyor! Ne olursa olsun Trabzonspor’un canlı tarihi gibiydi. Hafızasıydı. Bazen o kadar çok arıyorum ki. Ama ulaşmak ne mümkün? Yine denedim, olmadı!
Sadece Özbak mı? Ya Kenan İskender? O da aynı Özbak gibi lafı tam ortasından söylerdi. Sağlığı yerinde iken kimse arkasından konuşamazdı! Ne zaman tekerlekli sandalyeye mahkum oldu başladılar sallamaya… Doğruyu çekinmeden söylerdi. Evet, doğrular acıtır, biberli çorba gibidir, herkes katlanamaz. Ama gerçek budur! Aradım Kenan ağabeyi, cevap vermedi!
Bu iki kişi gibi bir de Kazım Kolot vardı! Gerçek efsane başkan, yönetici, Akçabaat Sebatspor’un herşeyi idi. Özbak ve İskender gibi o da doğrucu Davut’tu! “Ne olacak şu Sebat’ın hali?” diye sormak istedim! Dönmedi Kazım ağabey… Halbuki son günlerinde Ali Özbak ve Nevzat Şakar’la Akçaabat Devlet Hastanesi’nde ziyaret etmiştik Kazım ağabeyi… Demek o da küsmüştü bana…
Av. Mustafa Nurettin Ergüney, Av. Nihat Kaynar, “Barbon” Ziya Kurbetçi ve Remzi Atay da telefonumu cevapsız bıraktılar…
Bin bir düşünce içinde rehberimi karıştırıyorum: Belki cevap alırım diye… Kimlerin telefonu yok ki? Atila Damlacı, Alpaslan Ereker, Ali Kemal Aktürk, Dr. Gürbüz Kayalap, Dr. Ahmet Şengezen, Dr. Mehmet Meral! O Meral ki çocukluğumuz birlikte geçmişti! İki kere beni ameliyat masasına yatırmış, bir yandan ameliyat ederken cep telefonu onu ile ortak arkadaşlarımızı arayıp “Bildiğiniz” şakaları yapıyordu. Onun hatırına aradım ama boşuna…
Bülent Akyazı’nın sevgili eşi Ayşen Akyazı… İki çocuğum da öğrencisi olan Ayşen… Daha yirmisini görmeden trafik kazasına kurban gidin kızının acısına dayanamayıp aramızdan ayrılan Ayşen’i aradım. “Biricik kızın ile ne yapıyorsun?” diye halini soracaktım. Ah aramaz olaydım. Cevap vermedi!
Bedri Barutçu, Temel Barutçu, Prof. dr. Baki Komsuoğlu, Dr. Numan Gül, Av.Orhan Çobanoğlu, Akçaabat köftesini Türkiye’ye tanıtanlardan Pirali Altun, çocukluk arkadaşım Mehmet Akkaya, “kokulu üzüm” muhabbetinin bir numarası Özdemir Sümer, Yılmaz Barın, hem liseden, hem eğitim enstitüsünden can dostum Yusuf Mersinlioğlu ile ağabeyi Mehmet’i de aradım ama boşunaydı…
Zeki Erkuloğlu’nu unutur muyum? Konuşurken tavana diktiği gözlerini bu defa kaçırdı benden… Ulaşamadım! Mazhar Afacan da öyle… Daha dün gibi gözlerimin önünden gitmeyen Selahattin Diyadin’den haber var mı diye baktım. Yoktu! Ender şekilde ezberimde olan cep telefonlarından birine sahip Kadir Özcan da öyle… Cevap vermediler. Ne kaptan “Dozer” Cemil Usta, ne Mustafa Gedik, ne can dostum Av. Cengiz Çebi, ne İsmail İkram, ne İsmet Güner? Hiçbiri dönmedi bana…
Bir umut Maçka’dan Gökmen Pervanlar’ı aradım! Heyhat! “Hani bunlar genç sayılır, “işleri vardır” o nedenle cevap vermiyorlar, bari Hayri Gür hocamın hatırı sorayım” dedim. Ondan de ses çıkmadı. Ne Hüseyin Yetim, ne Artvin’in gerçek “Delikanlı”sı Mümtaz”dan da ses yoktu…
Bende telefon numarası bırakıp gidenlerin sayısı çoktu… Ne anacığıma, ne onun en yakın arkadaşı Emsal ile Aslı teyzelere, ne sevgili kayınvalidem Zehra Sağlam’a, ne delikanlı adam kayınçom Kemal Sağlam’a, ne kayınpederim Hasan Sağlam’a, ne kardeşim Sadık’a, ne sevgili halam Ayşe Kitapçı’ya, ne oğlu İdris Kitapçı’ya ulaşamadım… Telefonuma cevap vermediler. Kazım İskender de cevap vermedi, sevgili eniştemiz Mehmet Yıldırım da… Hatta 1999 depreminde hayatını yitiren sevgili yeğenim Şeref de dönmedi bana… Halbuki tümünü aramıştım. Çoğunu da cep telefonundan… Daha bir çokları da vardı ama, hayal kırıklığımı uzatmamak için aramaya son verdim.
Hepsini aradım ama hiçbiri bana dönmedi! Pardon bazı telefonlar “Yanlış numara…” demedi değil! Halbuki hayatta iken beni hiç cevapsız bırakmazlardı. Demek ki giden artık geriye bakmıyor…
Sevgili dostlar işte böyle bir bayramı geride bıraktım! Eğer iz bırakmak, hatırlanmak isteniyorsak gereğini yapalım! Gereğini herkes biliyor! Çünkü hiç zaman yok. Zaman o kadar hızlı akıp gidiyor ki yarın bizler de kalıcı izler yaratamazsak sadece cep telefonu numaralarımız kalmış olacak! Geri dönüşü olmayan aramalar ve numaralar!!! Ölenlere rahmet, kalanlara selamet…