Turgay Beşyıldız
Misinanın ucundaki hayat… (Yaşanmış bir hikaye)
Doğu Karadeniz’de, Trabzon’un kıyılarında, serin geçmeye başlayan geceler, sonbaharın habercisi gibiydi...
Yaz mevsiminin veda saatleri olan eylül ayının son günlerin de, son sıcaklar yaşanıyordu.
Bir pazar sabahı üç kişilik “Suyuza” adlı botu ile denizde, tek başına baş başa kalacaktı. İki arkadaşıyla beraber, kendi isimlerinin arasından seçip aldıkları üç ayrı heceyle, bütünleştirdikleri bir kelimeyi, kendi yaptıkları botlarının ön kısmının sağ kenarına, yağlı boya ile adı olarak “ Suyuza” yazmışlardı.
O, gün Yusuf tek başına idi. Henüz güneş sıcaklığını yer yüzüne tam vurmaya başlamamıştı. Bir pazar öğle vakti için saatler, balık tutmak adına ölü vakitler idi...
Üç metrelik botunu “Vira bismillah!“ diyerek, suya indirmişti bile, botun eni de fazla geniş sayılmazdı, suda hızlı gitmesi için birazcık dar yapmışlardı, dışını branda ile kaplamış, önce katran, sonrada kat kat beyaz renkte yağlı boya vurmuşlardı. Botun arkası düz, ucu ise önünde birleşen sivrilikteydi, arka tarafına elbise ve erzak koyacak kapağı olan kutu gibi yer yapılmış, içi de üç kişi arka arkaya oturacak şekilde düzenlenmişti..
Yusuf, uzun boylu, yakışıklı, atletik yapılıydı. Boş zamanlarını genelde spor yaparak geçiren bir gençti. diğer iki arkadaşı o gün olmadığı için, botun kıç tarafındaki oturma yerine oturmuş, önünü rahat görmek, balık tutmak ve kürek çekebilmek için açık tutmuştu. Başındaki spor şapkasının ucundan tuttu, sıkıca gözlerine doğru indirerek, kısa tahta küreğini suya daldırıp, yavaş yavaş suyun huzur veren o sesiyle denize açılmaya başlamıştı...
1983 yılıydı, on dokuz yaşına da yeni basmıştı. Halk dilinde kıraça olarak tanınan istavritin bol olduğu bir dönemdi, balık yasağı da kalkmış, av mevsimi açılmıştı. Botun bir buçuk metre uzunluğundaki küreği suda “Şlapp… Şlapp.”diye ses çıkarmaya başlamıştı. Güneşli pırıl pırıl bir hava, deniz ise adeta çarşaf gibiydi. Tek başına balık avına gidiyordu Yusuf, içi huzur doluydu.
Açıkta, birbirlerine mesafeli duran, saydığı sekiz, dokuz tane demir atmış balıkçı kayıklarını görünce, küreğiyle botun yönünü o tarafa yönelterek, yine kürek çekmeye başladı. Kıyıdan uzaklaşalı neredeyse yarım saat olmamıştı ki, kayıkların yanına ulaştı. Önce tanıdık var mı diye, kayıklarının üzerlerinde ellerinde donanma adı verilen, bol kuzgun tüylü kancalı misinalarını denize sarkıtmış olan balıkçıları, göz altından inceledi. Bir, iki kendinden yaşça daha büyük tanıdık sima var gibiydi. “Rast geeele.” diye seslendi. En yakın olan ve ucunda “Reisin Takası” yazan kayığın üzerinden cevap geldi.
“Eyvallaaaaah.”
Açık denizde sessizlik hakim olduğu için yanındaki ile sohbet etsen, yüz metre ilerde kayık içinde duranlar ne dediğinizi duyardı. Yaklaşık yarım saat kürek çektiği için bir haylide yorulmuştu Yusuf.
Vakit öğlen saatlerini geçmişti, etrafında ki tekneler, arada bir, birer, ikişer, oltalarına takılan normal boydaki istavritleri kayığa çekiyorlardı.
Yusuf, birden balık tutmaya geldiğini hatırlamış olacak ki, ucunda birer metre mesafelerle beş adet tüylü kanca bulunan oltasına daldı “ Hadi bismillah “diyerek, ucunda ağırlık olan beş cm kadar boyundaki kurşunu “clopp” diye Karadeniz’in sularına bırakmasıyla, arkasından misinasını salıverdi. Misina ucundaki kurşun ağırlıkla adeta vals ede ede, dibe karanlığa doğru inmeye başlamıştı.
Kancaların ucuna aldatma yem olarak bağlanmış, parlak kuş tüylerini yem zanneden balık, ona birden ağzıyla dalıyor, kancada ağzının bir tarafına takılıp kalıyordu. Öyle zaman olurdu ki, misina bir sürüye rast gelse beş kancaya, on kancaya birden, balıklar aynı anda dalar, birden misina iki kat ağırlaşırdı, onları yukarı doğru kayığa çekmenin zevki ve heyecanı ise bir başka olurdu. Misinanın dibi suyun üstüne doğru yaklaştıkça, ağırlık hafifleşirdi.
Yusuf, arada bir güneşinde etkisiyle gözlerini kısıp esnemeye başladı. Çok fazla yiyecek bir şey de almamıştı her nedense yanına. Gürcistan karasularına doğru gözleri dalıp gitmişti. Üç saat olmak üzereydi, tek bir balık bile tutamamıştı. Kendi kendine düşünmeye başlamış yavaş yavaş çekilmeye başlayan o güneşli pırıl hava yerini kapalı ve rüzgarlı, suratını sertçe asmaya başlayan bir havaya bırakmaya başlamıştı sanki! ‘’Ne oluyor’’ diye düşündü. Balığa çıkarken bunu düşünmemişti. Her işi hesaplı yapardı. Hesap tersine mi dönüyordu? Ne var ki kısmeti de yoktu bugün... Ama kim bilebilir idi? Belki de bugün, her doğan günün devamı yepyeni bir sayfa açabilirdi kendisi için. Talihinde bugün kısmet var mıydı, yok muydu oda bilemezdi!
Bu arada hava birden bire daha da sertleşmeye başlamış, kara bulutlar denizin üstünde yığılmaya dönüşmüştü. Hava kapanmaya başlamıştı. Tek bir küçük balık dahi oltasına takılmamıştı. Artık misinasını toplayıp dönmeye hazırlanıyordu. Birden misinayı tuttuğu parmaklarını ve kolunu elektrik çarpmış gibi oldu. Misinasının bir o tarafa, bir bu tarafa hızla hareket etmeye başladığını fark etti. Oltasına acayip bir ağırlık çökmüştü, kalbi hızlı atmaya başladı. Oltaya balık vurmuştu herhalde, altından bir balık sürüsü geçiyordu diye düşündü, oltasını yavaşça yukarıya doğru çekmeye başlamıştı ki, etrafında ki kayıkların, denizden çapalarını yukarı çekip , misinalarını toplamaya başlayıp, motorlarını tek tek çalıştırarak ‘’pıtt…pıttt..pıttt’’ sesleriyle kaçarak uzaklaşmaya başladıklarını gördü. Kayık içerisinde ayakta duran balıkçılarda arada bir gökyüzüne ve açık denize kuzeye doğru bakmaya başlamıştı, kendilerini bir telaş almıştı.
Yusuf, denizci olmadığı için bunlara ne oldu birden bire diye düşünüp, anlamaya çalışırken, kuzey yönünde çok uzaklarda, denizin üzerinde yaş pasta üstündeki kremalar gibi, üzerine doğru gelmeye başlayan beyaz köpükleri fark etti. Deniz bozuyor ‘’eyvah’’ diyerek, kendi kendine mırıldandı.
Bu arada başını botun kenarından, denize doğru eğdi, en alt kancayı görene kadar misinasını yavaş yavaş çekti, misinasında ciddi bir ağırlık vardı. Denizin yüzeyine yaklaşan misinasının ilk üç kancasının boş olduğunu gördü, artık sıra en altta ki kancalara gelmişti. O ağırlık en alttaki kancadaydı. Heyecanı bir kat daha artmıştı, misinasını heyecanla biraz daha yukarıya doğru çekince, en alttaki kancada otuz, Otuz beş cm. boylarında yaklaşık bir, bir buçuk kilo ağırlığında gibi görünen kıpkırmızı bir balık gördü, kancadan kurtulmak için suda botun altında kendi etrafında deli gibi dönüp duruyor, ağzını kancadan kurtarmaya çalışıyordu.
İki kat katran sürülerek sertleştirilen ve su geçirmez duruma gelmiş şeker çuvalıyla, dışı kaplanmış, ardından beyaz yağlı boya çekilmiş botunun altında, bir sağa bir sola ani manevralar yapan bu iri balık neydi? Suyun içinde oltasına takılmış sağa, sola gidip gelen bu balığı biraz daha yukarı çekip yakından görünce, trakonya adıyla bilinen ve balıkçılar arasında ‘’Trakon’’ ismiyle anılan “eyvah vuran balık“ diye kendi kendine mırıldandı. Sırtındaki dikenleri son derece zehirli olan ve tıbbi müdahale edilmezse, öldürücü olabilen ve çok da acı çektiren bir balık türü yakalamıştı.
Hemen ağabeyi aklına gelmişti. Onu da yıllar önce kıyıdan olta ile balık tutarken, yenilebilir sandığı misinasının ucundaki sarımsı, kahverengi ve kırmızı renge çalan ağırlıktaki balığı, sağ elinin içiyle havada avuçlamasıyla, acıdan avazı çıktığı kadar acıyla bağırmaya başladığı aklına gelmişti. Orada o anda sahilde yürüyen yaşlı bir balıkçı kendisini kaptığı gibi, Numune Hastanesi’ne getirmişti. Ağabeyi eve döndüğünde o gün gece yarılarına kadar acıdan kıvranmıştı. İlk etap da mezgit balığını andıran trakon yüzünden, bir daha da mezgit balığını tutmadan onu ince eleyip, sık dokumuştu. O anlar bir film şeridi gibi gözünün önünden geçmişti...
Bu arada rüzgar denizin üzerinde biraz biraz hızlanmaya başlamıştı, yosun kokusu ortalığa yayılmış, etrafı sarıyordu. Çevresinde hiç bir teknenin kalmadığını fark edince, ürperdi ve korkmaya başladı. Kıyıya uzak sayılırdı. Son tekne on metre kadar önünden geçiyordu. Kayığın arkasında ayakta duran ve dümenini iki bacağının arasına almış, yönünü o şekilde idare eden bir balıkçıyı gördü. Hemen seslendi. “Heey, ağabey beni de al, botumun ucunu, senin kayığın arkasına iple bağlayalım. Beni de kayık limanına kadar, kayığının arkasından çeker misin ?“ elli yaşlarındaki balıkçı, hiç yönünü değiştirmeden bağırarak, cevap verdi.
“Sert bir rüzgar, yıldız geliyor, sende kıyıya doğru kaç, seni arkadan bağlarsam , o hızla giderken botun su alır, batarsın. Kaç sende çabuk ‘’ Ve arkasına bile bakmadan limana doğru çekip gitti. Gittikçe de gözden kaybolmaya başladı.
Aklı misinanın ucundaki vuran balıktaydı, misinayı kesmeye kıyamıyor, ama balığı da korkusundan bota çekemiyordu. Botun içi dar olduğu için, balık botun içinde can havliyle sağa sola zıplayıp çırpınacak ve dikenleri ayağının bir tarafına çarpacak, haliyle zehirlenecekti. Bir yanda arkadan gelmeye başlayan dalgalar, bir yandan trakon korkusu, kafası karışmıştı. Belki de kıyıya çıkana kadar denizde zehirlenmeyle beraber, yaşam mücadelesi verecekti.
Trakonya balıklarının zehri, solungaç kapağı üzerinde bulunan operküler yüzgecinde bulunan 5-8 tane arası dikende bulunurdu genelde. Trakonya zehirlenmeleri ani bir ağrı, yanma ve iğneleme şeklinde ortaya çıkar ve insana çok acı verirdi.
Artık botun ucunu karaya doğru çevirmişti arkasına bir kez daha baktı, beyaz köpüklerin gittikçe yaklaştığını gördü. Önünde sağlı, sollu yarım yaklaşık saat kadar daha kürek çekmesi gereken, bir deniz yolu vardı. Önce misinasını tuttuğu yerden botun yan kenarının üst kısmına çakılı bir çivinin ucuna dolayıverdi. Misinanın belli bir kısmı denizde ve ucunda da yaşayan iri bir vuran balık duruyordu. Önce avuçlarının içine tükürdü ve tahtadan yapılmış küreğini eline alarak iyice kavradı. Gökyüzüne ardından arkasından uzaktan gelemeye başlayan dalgalara baktı ‘’Dayanabilirsin, kıyıya dalgalar seni yakalamadan çıkabilirsin’’ dedi kendi kendine ve hızla kıyıya doğru yol almaya başladı.
Başını bottan uzattı, bir kenarından kararmış denizin dibine doğru baktı, suyun yansımasıyla beyaza değil de, kırmızıya çalan yada o an öyle zannettiği iri balık, botun iki metre altında sanki peşinden geliyordu, peşimi bırakmayacaktı! Halbuki kendiside asla misinayı kesmeyeceğini, balığı serbest bırakmayacağını kendi kendine mırıldanarak söyleniyordu.
Bağırsa kendini duyacak kimsede yoktu etrafta, hafiften çisede atmaya başlamıştı. İlk çise tanelerinin bacaklarına vurduğunu gördü. İkindi vakti olmak üzereydi ama, havanın karardığını fark etti. Sanki akşam olmak üzereydi. Sabah ki, o güzel pırıl pırıl hava gitmiş, yerini kapkara bulutlara bırakmıştı, artık deniz de kararmıştı sanki, denizi iyi tanıyan balıkçıların kayıklarını kuzeybatı yönünde uzakta fark etmişti. Ama, onlar kayık limanına varmak üzereydiler bile. Hatta bir kaçı da varmıştı bile. Yusuf, amatör bir balıkçı olduğundan, deniz şartlarını iyi bilemediği için havanın bozacağını fark edememişti, zaman zaman suda ki misina geriliyor, balık suyun üzerine çıkar gibi oluyordu. Acaba sıçrar botun içine düşer miydi? diye, aklından bile geçirdiği oluyor, ürperiyordu.
Acaba kıyıya, arkadan gelen sert dalgalara yakalanmadan varabilecek miydi ?
Botuyla denize açıldığı yerden, akıntıyla yaklaşık üç yüz metre kadar batıya kaymıştı ama, bunu balık tutmaya çalışırken fark edememişti. Artık Yusuf’un biraz uzakta arkasından gelen yüksek dalgalarla bir yarışı başlamıştı. İlk dalga kıyıya bir an önce sertçe vurmak için sanki arkasındaki dalgalarla yarışıyordu. Yusuf da, daha arkasına bile bakmadan, hızla sağlı sollu hızla kürek çekiyordu. Kürek çekmeye başladığı yerden kıyı arasındaki mesafe, tahminen yarım mil kadardı. Hava henüz akşam olmamasına rağmen kararmaya başlıyor, Dalgalar yaklaşıyor, o nefes nefese kürek çekiyordu. En azından dalgalara yakalanırsam, kıyıya yakın bir yerde yakalanayım. Bot batar ama ben en azından yüzerek kıyıya çıkmayı ‘viya’ yaparak, (tahtasız sörf gibi) yani dalganın itici gücüyle, önünde su üstünde yüz üstü kayarak, yada yüzerek kıyıya çıkmayı başarabilirim diye düşünüyordu.
Kan ter içinde kalmış ve yorulmaya başlamıştı. Devamlı ve hızlı kürek çekiyordu; bir sağdan, bir soldan. Kıyıya yirmi, otuz metre kadar kalmıştı ki, son olarak arkadan ona yetişmek üzere olan dalgalara bakmak istedi. Çünkü; gürültüleri ve önden giden rüzgarı tam kulağının dibindeydi artık. Başını arkaya dalaya doğru çevirdi, çevirmesiyle de koca bir dalganın botuna arkasından ve kendisine de suratından “Şırraaaakk “ diye vurması bir olmuştu.
Bir anda kendini suyun altında buldu. Denizin dibinde topaç gibi hızla döndüğünü fark etti. Su, kum ve ince çakıl taşları birbirine karışmış suyun içinde dönüyordu. Ama, iyide bir yüzücüydü, bir yandan da aklı trakonya da vuran balıktaydı, o karışıklıkta kaza ile ona çarpmak ve zehirlenmek istemiyordu ki, sert bir şekilde ikinci dalganın kendisini kıyıdaki çakıl taşlarının üzerine savurduğunu fark etti. Bir an sanki doğa sustu, çıt yoktu, rüzgar kesildi, martılar havada kayboldu, dalga geri çekilip gitti. Diğerleri kıyıya vurmaya başladı, korkunç hava ve gürültüsü uçsuz bucaksız Karadeniz’in üzerine çökmüştü sanki, o an öyle zannetti. Sırılsıklam bir vaziyette başını kaldırıp sağa sola baktı. Etrafta kimseler yoktu. Hava muhalefeti herkesi kıyıdan kaçırmıştı. Alabora olan botunun beş, altı metre ileride çakıl taşlarının üzerinde yan yatmış olduğunu gördü.
Yusuf, olduğu yerden doğruldu, kıçının üzerin oturdu. Vücudunun sağına soluna bir şey oldu mu ? diye bir yoklama çekti, önemli bir şeyi yoktu ve ayağa kalktı, bota doğru yürümeye başladı.
Misinası yerde duruyor ama, balık botun görünmeyen diğer dış kısmı tarafında kalmıştı, başını biraz yükselterek bota doğru yürüdü, vuran balığı görmek bir an önce görmek istiyordu ve de gördü, görür
görmez de donup kaldı...
Çünkü: Suyun bir, iki metre altında, onu yakaladığında anda kendisine sarımsı, kahverengi hatta kızıl renkte görünen balık bir trakonya değil, hayatında ilk kez bu kadar irisini gördüğü, bir kiloya yakın iri bir istavrit balığıydı. Çakıl taşlarının üzerinde çırpınıyor, kuyruğuyla çakıl taşlarını dövüyordu adeta. Yusuf biraz korku, biraz endişe, biraz mutluluk, biraz şaşkınlık, boğulma tehlikesi, düşüncelerinin karışımıyla ellerini beline koydu, sağına soluna baktı ve karışık bir hüzün ve duyguyla kendi kendine gülmeye başladı, ne de olsa etraf da kimsecikler yoktu.
Ama, belki de o balık hayatını kurtarmıştı. Çünkü ; onu, o anda birazda heyecandan olsa gerek, vuran balık diye tanımlamayıp, botun içine çekip de kocaman bir istavrit olduğunu görseydi “Tamam burada iyi bir balık sürüsü var “ diyerek, orada kalacak ve daha fazla balık tutma heyecanı içerisinde dalıp gidecek etrafından ve havanın durumundan haberi bile olmayacaktı. Çevresinde olup bitenleri de fark etmeyecek ve fırtınaya tam orada, yarım mil açıkta yakalanacaktı.
Yusuf, tuttuğu balığı trakon zannetmişti, iyi ki de öyle sanmıştı. Genç amatör balıkçı, bir kenarda duran, kim bilir hangi derenin getirdiği kısa, küçük bir ağaç kütüğünün üzerine o yorgunlukla, sırılsıklam çöküverdi. Dalgaların cümbüşüne ve önünde duran kocaman İstavrit’e bakarak, arkasındaki bota yaslandı, üstündeki ince kısa kollu tişört, şort ve spor ayakkabılar ve bir kenarda duran spor şapkası ıslanmış ve üşümeye başlamıştı. Başını kaldırdı, gökyüzüne doğru gözlerini dikti ve o gün yaşadığı korkulu anlar, gözünün önünden bir anda yeniden akıp gitti...
Hayatında, ilk ve son defa bu kadar irisini gördüğü tek bir İstavrit balığı, belki de hayatının kurtulmasına sebep olmuştu. O günden sonra o balığın bir tek benzerini bile yıllarca görememişti.
Yarın sabah, onun için yepyeni bir günün başlangıcı ve artık anlatacağı bir hikayesi olacaktı.