Turgay Beşyıldız
Kara Haydar…
Başı yana doğru önde ve bir tarafa eğikti çoğu zaman…
Kaş altından biraz sertçe, şüpheci, ciddi ve yandan bakardı.
Yürürken bir omuzu genelde, diğerine göre düşük olurdu. Yeşilçam filmlerinden etkilenmiş olabilir mi bilmem ama sol bileğinde deriden yapılmış bileklik vardı. İstanbul’un çok eski kabadayıları gibi… Genelde ayaklarda kırma topuk ayakkabılar…
1970’li yıllar…
Mahallesinin bitirim delikanlısıydı. Zar-zor geçinen bir evin, 9 çocuğundan 1 numaralısıydı.
Trabzon’un Akçaabat ilçesinin Mersin Köyü’nde 1949 yılında doğmuştu.
Denize nazır Mersin Köyü’ndeki, sahil kısmında yer alan Mersin Köyü İlkokulu’nda,1960 ihtilali döneminde mezun oldu. Bu onun okuduğu ilk ve son okul oldu.
Hayatta olan ama Alzheimer rahatsızlığı ile uğraşan şimdilerde 90 yaşındaki Salih Altun’un ilk eşi Ayşe hanım rahmetli olduğunda, Tayyar ile Haydar adlı iki erkek çocuğu ile baş başa kalmıştı. Gençti, çocuklarda küçüktü. Yeniden evlendi. Yeni evlendiği eşi Hava hanım, bu çocuklara da sahip çıktıktan sonra, 7 çocuk annesi oluverdi.
Necmi, Engin, İlyas, Cengiz, Adnan, Adem ve Arzu ailelerinin diğer fertleriydi artık. Engin Altun, Fatih İlkokulu’ndan benim sınıf arkadaşım idi, beraber okumuştuk o yılları, sonrasında genç yaşta beyin kanamasından rahmetli olmuştu.
11 kişilik aile Yenimahalle Bahçeli Evler semtinin sahil şeridinde, şimdi yıkılmış ve küçük bir park olan yerde yaşıyorlardı. Şimdilerde tam karşılarında bir düğün salonu var. Üst katı ile beraber derme çatma 80 metre karelik bir evde 11 kişi yaşamak sanırım kolay değildi. Evdeki baba dahil, erkek çocukların bu eve çalışarak destek vermesi gerekiyordu.
*
İki kardeşi bugünlerde Adnan ve Adem Lüleburgaz’da yaşıyor.
Diğer bir kardeşi İlyas’da, Batum’da. Diğerleri ise Trabzon’dalar halen.
Kardeşlerin en büyüğü Haydar’ın, bir küçüğü olan Tayyar’da, ondan sonra rahmetli olmuştu. Kimden? Haydar’dan. Nam-ı diğer Kara Haydar.
Teni esmer idi, yazın verdiği bunaltıcı sıcak ve güneş ile oldukça kararırdı. Nede olsa ev tam deniz kenarındaydı, o yıllarda. Adı kaldı Kara Haydar.
Bakmayın şimdi bugünlere, özellikle denizini çaldılar bu şehrin.
İnsanı ile denizinin arasına set çektiler, ayırdılar iki sevgiliyi birbirinden…
Baba Salih, Mersinköyü’nden geldiğinde kente, kendine ait ilk evi Faroz’da idi. Sabahın ayazında kalkıp balıkçılık yapıyordu. Eşi rahatsızlanıp vefat edince, evini sattı. Gidip Yenimahalle sahilindeki o, ikinci eşi ve tüm çocuklarıyla yaşadıkları küçük evi almıştı. Küçük yaşlarda ikizlerden Adem ve Arzu, anne ve babalarıyla üstteki küçük tek odada yatardı. Diğer 7 kardeş ise altta girişteki bir odada kıvrılıp uyurdu. Şimdiki Yenimahalle muhtarlık ofisinin altındaydı bu ev…
O kıyı sırasında yaşam şartları zor olan, mimarisi olmayan evler vardı.Haydar’da eve katkı sağlamak istiyordu. Çalışmaktan kaçmazdı ne iş olsa yapardı. Aynı zamanda deli dolu bir gençti. Ofluoğulları’nın o zamanlarda Değirmendere’de, büyük bir bakır fabrikası vardı, orda çalışırdı. Usta başlarından biri yine bir gün çok üzerine gidince Haydar abinin, mahalleden idmanlı olduğu için, usta başını dövdü. Haliyle ertesi gün kapının önüne koyuldu. İşi iyiydi orada ama sonrasında ne bulduysa o işi yaptı. Çok gurur meselesi yapmazdı iş, güç işlerini. Çalışmanın ayıbı olmaz derdi. ‘’Hakkıyla helaliyle kazanalım torunum’’ derdi. Yaşı genç olmasına rağmen, yaşını etrafındakilerden daha büyük görür, kendinden küçüklere, ismini bilse dahi ‘torunum’ diye seslenirdi.
*
Mahallenin güvenilir ağabeylerinden idi. O, Kara Haydar’dı.
Her delikanlı gibi onun da hataları oldu tabi. Gençliğin verdiği güven ve deneyimsizlikle bazı akşamlar kafayı bulur, mahallesinde nara atardı.
Bir aralar üvey annesi ile arasında küskünlük olunca, bir süre eve gitmedi. Kahvehanelerde arkadaşlarının ofisinde masaları birleştirip, üzerlerinde yattı.
Bazı soğuk geceler, komşu binası sayılan! Numune Hastanesi’ne kapıcı Rami’nin yanına giderdi. Kapıcı Rami, ona müsait bir boş yatak ayarlar, Haydar orada uyurdu.
Daha küçük yaşlarda ayakkabı boyacılığı yaptı. Şimdiki valilik binasının olduğu alanda, Trabzon’un ilk fuarı vardı, orada havada dönen uçan salıncaklarda çalıştı. Simit-Pohaça sattı. Delikanlı iken kırma topuk ayakkabı ile elinde bir tepsi içinde, üstü hafif ıslak beyaz temiz bir örtüyle örtülmüş pohaçalar ile kahvehanelerden içeri dalar. Kendine has tarz ve üslubuyla‘’ Var mıııııı garnı acıkan? Taze sıcak pohaça geldiii ‘’ diye sert ve keskince bağırırdı. Hadi sıkıysa alma, karnı aç olanda olmayanda Haydar abiyi sevdiği yada korktuğu için alırdı. Yaş ilerledikçe iş mekanlarını değişti. Babası Numune Hastanesi’nin karşısında bir dönem el arabasında kabukları pırıl pırıl parlayan meyveler sattı, ona yardım etti. Bir ara aynı hastanenin tam karşısında köşede babası bir büfe açtı. Orayı da bir müddet sonra sattı, o zaman ki Sigorta (Fatih) Hastanesinin altındaki büfeyi aldı.
Büfeleri Numune Hastanesi’nin karşısında iken, rahmetli Tabutçu Ali Osman Yılmaz amcanın kahvehanesinde, tek başına ocakta çalıştı, garsonluk yaptı. Babası da az ilerde kapı girişinin karşısında, el arabasıyla meyve satardı. Hatırlarım, vakur, efendi bir adamdı.
1975’li yılardı sanırım, bir gün yine ocak başında iken, birisi kahvehaneden içeri daldı. ‘’Haydar abi polis babanı dövecek’’ diye bağırdı. Kara Haydar bir elinin avucunun üstünde bardaklar olan tepsiyi ‘pattt’ diye yere bıraktı. Şangur şungur sesleriyle, tepsi ve bardaklar ayrı bir tarafa dağılırken, kendi dışarı fırladı. 20 metre kadar mesafe vardı aralarında, sağ omzunu aşağı eğdi, kaş altından sert bir bakış yaptı. İki polis memuru arabalarını meyve arabasının önüne park ettikleri için, babası ile polisler arasında bir tartışma çıkmıştı. O zaman ki polis gücü, açık söylemek gerekirse daha sert ve sorgusuz, sualsizdi. İçlerinde Üniversite mezunu neredeyse yok gibiydi. Şimdi ki emniyet mensuplarının neredeyse yüzde doksan beşi üniversite mezunu, daha eğitimli ve kültürlü.
En azından karşılıklı konuşarak sorunu çözebiliyorsunuz. O zamanlar ne anlatsan nafile ‘ben bilmez, merkez bilir’ gibiydiler.
Kara Haydar, baktıki babasını sertçe tartaklıyorlar. Koştu, bir polise bir kafa, diğerine de sağlı sollu iki yumruk attı. Polis memurları yerde. Araya hemen girenler oldu. Olay karakola taşındı ama Haydar Altun firar… Bir iki gün sonra doğru İstanbul’a, bir iki ay arkadaşlarının yanında takılır, orda ve İzmit Körfezi’nde kahvehanelerde çalışır, ortam oldukça soğuyunca geri dönerdi. Bu tür benzer durumları birkaç kez olmuştu. Bir kavga ve ardından İstanbul’a kaçış, birkaç ay sonra yine Trabzon’a dönüş.
Kaçak olduğu bir gün yine İstanbul’da inşaatta çalışıyor, bu seferde kendisine ukalaca konuşan kalfayı dövüyor. Kalfayı 2. kattan aşağıdaki kum yığının üzerine omuzlayıp fırlatıyor.
Asker ocağında da vukuatlarına devam etti, daha 3 ayını doldurmuşken, ‘beni gördün de niye selam vermedin’ deyip, kendisini tokatlayan Astsubayı dövünce, bu sefer askeri mahkemeye çıkartılıp, askerliğe uygun değil raporu verilerek çürüğe ayrılıp teskeresi eline verildi.
Sonunda İstanbul’da tedavi edilmesine karar verildi. Ruh Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi altına alındı. Burada da bir gece, kendisine bulaşan akıl hastalarını patakladı ve Trabzon’a geri gönderildi.
*
Kendine kibar davranmayıp, saygısızca davrananlara ‘uyuz oluyorum torunum’ derdi bana.
Mahalleden bir arkadaşıyla, Trabzon Limanı’ndan bir çok insanın hatıralarıyla dolu olan o yolcu gemisine gizlice binip, yine İstanbul’a tüyerken, Samsun limanında fark edildiler ve liman polisine teslim edildiler. Karakolda ‘’Hadi, doğru Trabzon’a geri dönüyorsunuz‘’ deyince kendilerine, Haydar abi bitirimce ‘ama komiserim, nasıl dönelim bizde bi kuruş yok’ der. Bu sefer polis memuru arkadaşlar aralarında para toplar, iki tane bilet alıp bunları otobüse koyup İstanbul’a gönderirler. Polis memurlarının bu güzelliğine karşılık, Haydar abide ‘bundan sonra hiçbir polisle kavga etmeyeceğim’ diyerek kendi kendine bir söz verir.
Hani ‘Hızlı yaşadı, genç öldü’ derler ya, ömrü uzun olmayanlardan oldu Kara Haydar… o kısa ömrüne oldukça aksiyon sığdırdı. Ama o aksiyonu değil, genelde aksiyon geldi onu buldu. Zaman zaman mahallesindeki arkadaşlarıyla da papaz olur! kavga eder. Alkollü olunca arada bir arkadaş dayağı yediği de olur. Olmaz değil ama sonradan barışılır, kol kola omuz omuza gezilir. Çünkü yüreğinde kötülük yoktur. Neredeyse 40 yıl öncesinden bahsediyorum.
Bekar olduğu ve gözü pek olduğu için karşısındakinden dayak yiyeceğini bilse de korkmazdı.
1980 öncesi, Yenimahalle sahilinde şimdiki Ağız ve Diş Sağlığı Hastanesi’nin hizasında, 150 metre kadar doğu tarafındaki o küçük evde oturdukları günlerdi…
Güneşli güzel bir sabah, zamanın en havalı bir Chevrolet otomobili içerisinde,
başka bir mahalleden dört, beş delikanlı, evlerinin önünden bir o tarafa, bir bu tarafa tur atıyor. Yol tek şerit, sağlı sollu trafik akışı var ama şimdiki gibi yoğun değil. Kapının önünde oturan komşularının kızını her geçişte gözleriyle rahatsız ediyorlar ve geçerken kıza laf atıyorlardı. Haydar abi evinde içeride uyuyor. Kapı komşusu bir teyze, etrafta sesleneceği kimseyi göremeyince, Haydar’ın evine doğru seslenir. ‘’Haydarrrr, Haydarrr ‘’ Haydar abi, altta çizgili pijama, üstte kolsuz beyaz atlet, ayakta kapı terlikleri, seslenmeyi duyar dışarı çıkar. Buyur teyze ‘Oğlum Haydar bi şe diyçem sana, habu b..k yiyen araba, bi oyana bi buyana dolaniy, önümuzden geçiy, bizim kızlara laf atayler’ deyince, Haydar döner sertçe arabaya bakar ve onlara doğru koşar, arabanın camlarını kırar ve içindekilere saldırır. Olayı duyan komşusu balıkçı Erdal Reis’de koşar gelir ve büyük kavga çıkar. Trafik çok yoğun olmasa da durur, yol kesilir. Dayak yiyen beş kişi arabalarını da orada bırakıp kaçar. Tabi arkalarından Kara Haydar yine firar.
*
Haydar abi çok kafa attığı için arada bir burnu kanardı. Genelde bel ve sırt ağrılarından şikayet ederdi.
Zaman zaman kendinden küçüklere cam şişede ayran ısmarlar, ekmek içi ciğer, köfte söylemek kaydıyla, mahalle kahvehanesinde iki masayı birbirine yanaştırır, masaların üstüne örtüyü örter, pantolonu altta, belden üstü çıplak yüzü koyun yatar, beline ve sırtına masaj yaptırırdı.
Masajı bildikleri kadar yapanlara da ’Allah razı olsun torunlarım ‘ derdi. Kendinden yaşça küçük olanları severdi. Bazen saçlarına Jöle sürerdi, bulamazsa limonu sıkar suyunu sürerdi.
Hiç unutmam. Ben lise öğrencisiyim 78-79’lı yıllar, bir gün Yenimahalle’ye dışı cicili, bicili rengarenk boyalı bir büyük minibüs gelir Pakistan’dan, akşamı geçirmek için şimdi yıkılmış olan 100.Yıl İlköğretim Okulu’nun olduğu arazi bugün ki gibi boştur.
Pakistanlı 5 kişilik bir aile minibüsü oraya çekerler ve bir kaç gün kalırlar. Ufak bir ateş yakarlar, iki yanına taşlar koyarlar, üstünde yemek pişirirler. Ben yanlarına yaklaşıp konuşmaya, yardımcı olmaya çalışıyorum.
O ara Haydar abi bir yerden çıkar gelir. Babaları sakallı 50-55 yaşlarında bir adam, çat-pat az Türkçe konuşuyor.Hanımı, 10-15 yaşlarında iki erkek çocuk ve 20 yaşlarında esmer çok güzel bir kız. Haydar abi ailenin yanında pervane, onlarla çat pat konuşuyoruz. Haydar abi gider çeşmeden su taşır, ekmek taşır, meyve taşır, ateş yakmak için odun taşır, bende yardım ediyorum. Gariban bir aile gibi,sorduk İstanbul’a gidiyorlarmış. Halen bu konuyu benden başka kimse bilmez idi.
Haydar abi, Pakistanlı aile orada bulundukları bir haftalık süre içerisinde, çok temiz duygularla o güzel kıza aşık olur. Bizim ev kamp kurdukları yere çok yakın. Son gece, yarın yola çıkacaklar. Minibüsün yanında ateşin başında oturuyoruz.
Haydar abinin elinde uzun bir çubuk, ateşi karıştırıyor. Adama bir şey diyecek diyemiyor, kıvranıyor. Arada bir utangaç Pakistan güzeli kızla göz göze geliyorlar. Ben durumu çaktım, anlamamış gibi davranıyorum.
Haydar abi, sonunda dayanamadı oturduğu taştan bana eğilerek ‘’ Turgay torunum, anneme babama haber versem, gelseler ha bu adamdan kızını Allah rızasıyla istesek, bana verir mi acaba?’’ Bende ‘’Vallaha Haydar abi, hiç söyleme istersen, üzülürsün. Bu adamlar yarın sabah gidiyorlar. Kızını buraya henüz tanımadığı bir aileye bırakıpta gitmez’’ deyince, Haydar abi üzülür ve başını öne eğer, yine çubuğuyla ateşi karıştırmaya devam ederken, bir yandan da çaylar yudumlanır. Bir süre sonrada saat geç olur. İyi geceler, iyi yolculuklar dileyerek oradan kalkılır. Haydar abinin kısa süren aşkı, kafası yerde o evine, ben evime yürüdük gittik. Ateşin ışığını ve sıcaklığını geride bıraktık.
*
Genelde giyim tarzında büyük yakalı beyaz gömlek, üstüne kolsuz kumaş yelek, üstüne ceket, altta kumaş pantolon tercih ederdi. Bitirim gibi konuşurdu. Alkol ve sigarayı severdi, ama kimse görmeyecek şekilde zula yerlerde arkadaşlarıyla arada bir yerinde içerdi. Kızdığı zaman asla küfür etmezdi. Karşısında kikızdığına sadece ‘Allahsız lan’ derdi.
Emir almaktan çok hoşlanmazdı, asabiydi, haksızlığa tahammülü yoktu. Onun önünde hiç kimse bir kızı, bir kadını taciz edemez, laf atamaz, görürse o kişi dayağı yerdi.
Genelde kavga ederken sert kafa atardı. Paraya, mala,mülke değer vermedi. Verseydi İstanbul’da kalırdı. Ekonomik olarak güzel fırsatları oldu ama orada da kalmayıp, deniz kıyısından yosun kokusunun vurduğu evini özlerdi.
Bir gün babası ona giymesi için sıfır yeni takım elbisesini verdi. Kendisi bile hiç giymemişti. Ama Kara Haydar, o sıralar yine İstanbul’a gitmeyi yine kafaya koymuştu. İstanbul’da yaşayan ve orada güzel bir ortamı olan, İncirlik Mahallesi’nden arkadaşı, Trabzonspor’un 1970’li yılların başlarında ilk genç takımında defansta oynayan ve ardından futbolu genç yaşta bırakan, samimi arkadaşı Nurettin Balcıoğlu’nun yanına giderdi.
Balcıoğlu, Topkapı'da Ümit Garajının ortağıydı, Tır garajı idi. Haydar her İstanbul’a gidişinde oradaydı, orada kalırdı, garajda kahyalık yapardı. Orada yatar orada kalkardı. İstanbul’daki bazı kabadayıların o zamanlar uğrak yeri idi o garaj. Şimdi Trabzon’a dönüp memleketine yerleşen Balcıoğlu der ki; ‘’Haydar, İstanbul’a kaçınca soluğu benim yanımda alırdı. Trabzon’da ortam soğuyana kadar uzun süre bizim garajda kalırdı. Akşamları benimle takılırdı. Mahalleden çocukluk arkadaşıydık. Paranı ve namusunu teslim edeceğin bir adamdı. Sıcak bir Pazar günü ona ‘hadi özledik denizi, gel bi denize gidip girelim’ dedim. Küçük Çekmece tarafında Menekşe adlı bir aile plajı vardı. Ağır abi gibi, Çanakkaleli bir ablamız işletirdi orayı, ilerleyen yıllarda bir cinayete kurban gitmişti. Bir tombalacıya işi ihale etmişlerdi. Gittik plaja, herkes çoluk, çocuk, kadın, erkek mayosuyla, bikinisiyle, denize giriyor, güneşleniyor. Ben kabinde soyundum. Haydar soyunmuyor. Haydar ne oldu soyunsana giysene mayonu derdim. O mayo giymezdi. ‘mayo bizi bozar, ben mayo giymem’ derdi. Denize girmez kenarda otururdu. Etrafındaki aileleri koruma havasına bürünürdü’’
Yine Balcıoğlu anlatıyor; Bazı geceler Beyoğlu’na çıkardık barlara, marlara gittik. Yedik, içtik, eğlendik. Masada yer içerken kafası bir şeye, bir lafa takılırdı. Oraya takılı kalır yemez içmezdi. Bazı şeyleri yanlış anlar o konuya yada o kişiye kafayı takar, suratını asardı. Varsa olmuşsa kavgadan kaçmazdı. Çok şeyler yaşadık kendisiyle, anlatılacak olan var anlatılmayacak olan maceralarımız var, yok değil. Askerlikten sonra 4 yıl kadar bizim oralarda kalmıştı ’’
Kara Haydar, Trabzon’da polis tarafından aranıyorsa, para yok, peki nasıl kaçacak İstanbul’a? Bir kaç kez yük kamyonlarının arkasına gizlice atlar, kamyon arkasında gecenin soğuğun da, ayazı da yiyerek İstanbul’a giderdi. Artık üşümeden gitmek istiyordu. Babasının verdiği yeni takım elbiseyi gitti, Moloz’da sattı. Parasıyla yine İstanbul’a yola çıktı. Bu sefer babası bu işe çok içerlenince daha fazla masrafı gözüne alıp, tanıdık bir taksi tuttu, doğru otobüsün peşine. Sahil yolu yok o zaman. Giresun’a girerken sadece Armenik dağını çıkıp inmesi bir saat. Otobüs Samsun’un ilçesi Terme’de mola verdiğinde, birde bakıyor Haydar abi ki, babası tam karşısında, tabi şok. Babası ona hiçbir şey demiyor kendisine alıp taksiye koyuyor ve geri dönüyorlar. Yol boyunca babası tek kelime dahi etmiyor. Döndükten sonra da delikanlı yaşta olan Haydar abi, babasından izin almadan, bir daha şehir dışına bile çıkmıyor.
*
1980 İhtilalinden bir yıl sonra, 1981 yılına girildiğinde Haydar abinin nedense güneşli havalarda burnu kanamaya başladı. Bir türlü kesilmeyen öksürükleri başladı. Alıp mahallesindeki Numune Hastanesine getirdiler. Tedavi altına aldılar. Kısa bir süre sonra yatmayı kendisine yakıştıramadığı için hastaneden yine kaçtı.
O aylarda önünden her gün gelip geçen, işine giden bir hemşireye aşıktı. Hemşire hanımında durumdan haberi vardı. Evlenmeyi düşünüyordu Haydar Altun, ciddiydi. Ama hastalanınca bu işte yattı. Günler geçtikçe durumu ağırlaşmaya başladı. 32 nci yaşına girmişti. Dediler Ankara’ya getirelim. Steyşın kasa kırmızı renkli dayısının olan bir Renault ayarlandı. Arka koltuklar kaldırıldı, oraya yatak yapıldı. Yakınlarıyla beraber, araba hastayı almak için hastanenin giriş kapısına geri geri yaklaştı. İçerden hastanenin kapıcısı Fikri abi çıktı. Babasına "Salih… Gitmenize gerek kalmadı. Başınız sağolsun. Kara Haydar’ı kaybettik ‘’ deyince, babasının ıslak gözlerle de olsa nasıl bir metanet gösterdiğini anlattılar.
Köyüne defin edilen mangal yürekli bu delikanlı, hızlı yaşadı, hızlı öldü.
Kardeşlerini kollardı, arkadaşına, dostuna çok sadık ve güvenilir bir adamdı. Çok insanda olmayan sadakat ve güven onda vardı. Bir şair, bir filozofun dediği gibi; Sadakat erdem değildir, aslında sevgiden kör olmaktır. Hep kaçtığın şeye eninde sonunda yakalanmaktır sadakat.
Kara Haydar’da bir çok anısını, macerasını geride bırakarak ve sevdiğine içindekini tam dökemeden, bu dar sokaklardan geldi geçti.
Genelde yaz mevsimlerinde bazı gece yarılarında, halen daha Yenimahalle sahilinin deniz kıyısındaki kayalıkların üzerinden, tanıdık bir nara atma sesi gelir uzaktan, ama narayı atan kimdir? Hiç bilinmez, hiç bulunmaz, hiç görülmez halen. O ses karanlığı deler, yakamoz vuran denizin üzerine sürtünerek geçer, arkada dümen suyu gibi küçük beyaz köpükler bırakarak uzaklaşıp, karanlık sulara doğru kaybolup gider.