İbrahim Değil

İbrahim Değil

Davullu ramazanlar

13 yaşında düzenli oruç tutmaya başladığımda yazın en uzun günleriydi. Gözüm hep, kendisi de oruçluymuş gibi güçlükle ilerleyen saatte olurdu, akşamı zor ederdik. 

O vakitler küçük çocukları oruca özendirmek için, öğleye kadar tutabildikleri oruçlarına da itibar edilirdi. 

Hüseyin Rahmi, 9 yaşındaki ilk orucunu anlatıyor:
“Eğer 1 gün tutmaya dayanabilirsem hacı ninem, bu orucu benden 1 mecidiyeye satın alacaktı. Çünkü küçüklerin oruçları büyüklerinkinden daha makbul oluyormuş. Ben yirmi kuruşun tamahıyla tutmaya karar verdim…”

Sahura kalkabildiği gecenin sabahında dipdiri uyanıyor. Herkes orucun yarısını uykuya tuttururken o, öğleye kadar atlayıp zıplayıp vakit geçiriyor. Öğleyin açlık baş gösterince dayanamayıp yemek dolabının gıcırdayan kapağını açtığı anda Arap dadıya yakalanıyor. Yirmi kuruşu yarı yarıya bölüşmek üzere anlaşıyorlar. Akşamüstü hacı nine bakıyor ki bu çocuk oruca dayanabiliyor. Bir sonraki oruç için rayici 10 kuruşa düşürüyor. Yine parayı dadıyla yarı yarıya bölüşmek üzere, kendi tabiriyle “bozuk oruç satmaya” devam ediyor. “Ah, bu hayatın fesadı insanı küçük yaşta kavrıyor.” diye bitiriyor sözlerini.

Halit Fahri, “Eski İstanbul Ramazanları” kitabında “oruç yiyenlerin” karakolda dert anlatmayı başaramazlarsa “Teknealtı” denen yerde ramazan sonuna kadar hapsedildiklerini yazmış. Anlattığına göre, şair Rıza Tevfik Bölükbaşı oruç günlerinde dalgınlıkla birkaç parça fıstığı ağzına atarken yakalanmış. Karşısında külyutmaz bir polis. Şair, paçayı kurtarmak için Yahudi taklidi yapmış ama nafile. Polis, yakındaki esnaf Mişon’u çağırmış, “Dinle şunu, bakalım İbranice konuşabiliyor mu?” demiş. Bizimki Tevrat’ı ezberden sular seller gibi okumaya başlamasın mı? Mişon’un ağzı açık kalmış, “Vay babam!” demiş. “Bu herif benden bile koyu Yahudi…” 
Bir gün Erzurum kahvelerinden birinde insanlar iftar vaktinin gelmesini beklerken içeriye nefes nefese bir adam girmiş:
“Abi, çabuk goşu gelin, bi tenesi orucuni bozmiş. Cigara içirdi gözümün öğünde.” 
Kahveden biri cevap vermiş:
-Ola tamam, bi dur, neye ecele edirsen, ambu çayımi içim, gelirem…”
Halit Fahri üstat, eski İstanbul’da orta halli ailelerin bile, iftara kaç konuk geleceği bilinemediği için fazla fazla yemek yapıp, artan olursa ertesi gün yoksullara dağıttıklarını yazıyor. İftara davetsiz gelenlerden kasıt, yine yoksul insanlar. Yani hadise, varsılların birbirini ağırlamasından ibaret değil.

Yine aynı kitaptan öğrendiğimize göre, sahur davulunu bekçiler çalıyor. O çağda insanlar saatlerine ve cep telefonlarına alarm kuramadığı için davul şart. Günümüzde iftara yoksulları çağırma geleneği zayıflamış olsa da davul çalma geleneği capcanlı. Davulcu Ramazan, her gece penceremin altında kös çalıyor. Siz bir saat önce yatmış olsanız bile “Olmadı hocam. Kalkın, bi daha yatın.” dercesine. Hastaları ve çocukları düşünen de yok. 

Gelin dostlar, biz “yoksulları yedirip doyurma” geleneğini yaşatalım. 

Davulun devri kapanalı çok oldu…
 

YAZIYA YORUM KAT
Haberlerde yapılan yorumlarda Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.