Sanatçı, aydın, gazeteci, iş insanı, yoldan geçen, pencereden bakan... konuşan, yazan, dili sürçen, ima eden, işmar eden, şaka yapan her muhalife dava açıp ceza verdikleri bir zamanda... Çin'de, çok eskiden... Konfüçyüs, Thai Dağı eteklerinde, mezar başında gözü yaşlı bir kadına rastladı.
"Neden ağlıyorsun, bacım?" diye sual eyledi.
"Kayınbabamı..." dedi kadın, "birkaç yıl önce bir kaplan öldürmüştü. Geçen yıl kocamı da bir kaplan parçaladı. Şimdi de oğlum öldü bir vahşi hayvan saldırısından..."
"Allah sabır versin de anacığım, yaşadığın bunca yıkımdan sonra neden buralardan çekip gitmiyorsun?"
"Burada hükûmet baskısı yok da ondan, evladım..."
İçi kötü insanlar dilekçe yazmışlar. Özetle şöyle: “Yayımlanan bu yazıyla halkımız ayaklanmaya kışkırtılmaktadır. Böyle bir suça ağır cezalar verilmelidir. Gereğinin yapılmasını arz ederim.”
Bu dilekçedeki ifadeler en baştaki insanı öfkelendiriyor. Yazara ve dergi sahibine derhal ceza verilmesini emrediyor. Sorgu Yargıcı Ali Rıza Bey, yazıda suç unsuru bulunmadığı kanısına varıp yargılamaya gerek olmadığını beyan ediyor. Adalet Bakanı bunu yukarıya -Saray’a- bildiriyor. Saray bu cezalandırmayıştan rahatsızlık duyup ısrarcı oluyor. Adalet Bakanı bir yiğit adam. Suç unsuru yok kardeşim, deyip konuyu kapatıyor.
Bu “yiğitliğin” yapıldığı yıl 1901. Hüseyin Cahit Yalçın ve Ahmet İhsan Tokgöz böyle anlatıyor. İstibdat Devri demişler Abdülhamit Han’ın 33 yıllık saltanatına. (İstibdat; keyfî, baskıcı, tek adam yönetimi anlamına geliyor.) Mehmet Akif Ersoy’un “melun” dediği ol hükümdarı, dönemin öteki aydınları da anılarında ve yazılarında pek hoş sözlerle anmazlar.
“Sanatçılar, aydınlar, toplumun yaramaz çocuklarıdır…” Peki, o dönemin sıradan insanları ne düşünürler “Ulu Hakan” hakkında?
1908’de 2. Meşrutiyet ilan edildiğinde halk da sokaklara dökülür, sevinç gösterileri yapar. Rivayet olunur ki Abdülhamit Han’ı protesto eden halk, coşkulu gösteriyi “Padişahım çok yaşa!..” nidalarıyla bitirir.