Emel Meryem Parlak

Emel Meryem Parlak

Tehlikeli Oyunlar-Oğuz Atay

Hayatta en zor cevaplanacak sorulardan birisidir herhalde "En sevdiğin kitap nedir?" sorusu. Artık bu soruya tüm kalbimle, hiçbir tereddüt yaşamadan cevap verebilirim: Tehlikeli Oyunlar-Oğuz Atay

Hikmet Benol karısı Sevgi'den boşandıktan sonra babasından kalan şeyleri satarak bir gecekonduya yerleşir. Bu gecekondu aslında üç katlı ahşap bir evdir. Zemin katında Nurhayat Hanım, ikinci katta Hikmet, üçüncü katta da Hüsamettin Tambay oturur. Öncelikle birçok bakımdan sembollerle, metinlerarasılıklarla ve birçok postmodern teknikle döşeli romanı gerçekten anlamak istiyorsak ona birçok açıdan bakmamız gerekir. Yoksa yine yarıda bıraktım deyip elinizden atacaksınız.

Bu yüzden Tehlikeli Oyunlar okumadan önce dönemin siyasi özelliklerine hakim olmak gerekir.

Oğuz Atay'ın yaşadığı dönem 1. ve 2. Dünya savaşlarının sonrasıdır. Savaşlar insanlarda buhrana sebep olmuştur. Batılaşma düşüncesi tam olarak sindirilememiş, bize ait olmayan formlarla üzerimize oldurulmaya çalışılmıştır. Nitekim vaziyet, abisinin ayakkabısını kendisine oldurmaya çalışan, daha büyümeden ben büyüdüm imajı vermek için abisi gibi davranan çocuğun durumundan çok da farksız değildir. İşte böyle bir ortamda var olmaya çalışıp olamayan, çağın oyununa ayak uyduramadığı için kendi oyunlarını oynayan birisidir aslında Hikmet.Toplumun ezilen, küçük görülen, daha doğrusu belirlenen şekillerine sahip olmayan insanlarını yansıtır. Bu bağlamda kafanızda Dostoyevski ve Kafka'nın kahramanlarının geldiğine eminim. Zaten Atay da fazlaca bu yazarlardan etkilenmiştir. Sadece, onun kahramanları içinden hiçbir mücadele gelmeyen kahramanlar değil, çabalamış fakat ayak uyduramamış kahramanlardır.

İşte şimdi bu gözle o gecekonduya bakabiliriz.

Romanın birçok yerinde gecekondunun aslında gecekondu olarak nitelendirilemeyeceğinden, onun ahşap bir ev olduğundan bahseder. Hüsamettin Albay sık sık bu konuda Hikmet'i uyaracaktır. Hatta Hikmet de zaman zaman bunu kabul eder. Ahşap eve gecekondululuğu bulaştıran 1. Kattaki Nurhayat Hanım mıdır düşüncesi bizi şüphelendirmelidir. Dikkatle bakarsak Nurhayat Hanım toplumun az gelişmiş kısmını temsil etmektedir. Okuma yazması yeterince yoktur, oğluna mektup göndermek için Hikmet'e ihtiyaç duyar. Hatta Hikmet şöyle anlatır:

"Kabuklarının verdiği zorlukla ağır ağır yürüyen bir hayvana benzer Nurhayat ve ilkellik ve az gelişmişlik yüklüdür."

Hüsamettin Albay ise tam tersidir. Cumhuriyet değerlerini temsil eden emekli bir askerdir. İşte orta katta kalan kendisi de bu değerler arasında kalmış Türk aydınıdır.

Ben tam burada bilinçlice müdahale edip sizleri bir de psikolojik olarak bakmaya davet edebilirim. O zaman gecekondu olduğu sık sık varsayılan ahşap evin katları id-ego ve süperegoya dönüşür. (Bu kavramlara hakim olmayanlar Freud'un kişilik kuramına bakabilirler.) Bu bakışla Hikmet egodur. Sizlere tam burada bağıra çağıra soyadını hatırlatmak isterim:Benol

Başta da belirttiğim gibi her roman sizi havalara uçurmaz. Herkesi havalara uçuran roman da farklıdır biliyorum. Ama bu roman arka plan okuması yapan için de yapmayan için de çok derin ona eminim.

Hikmet sadece soyadıyla bile saatlerce konuşulabilir. O yaşadığı zaman, toplum ve birçok sebebiyle ben olmaya vakit ve imkan bulamamıştır. İdi ve süperegosunun çığlıklarına dayanamayıp tehlikeli oyunlara girişir. Kendiyle taht kavgasına girişir, sayısı yediye kadar çıkan Hikmetleri sürgüne yollar, boğdurur. Hatta giderek silikleşip adından tek harf kalır:H.

Bu süreç de onu delilik ile dahilik arasında döndürüp durur. Hatta ben burada kendimi tutamayıp gölge ve persona kavramlarından da bahsetmeyi yersiz bulmam fakat yazım yüz elli bin sayfa sürsün istemiyorum. O yüzden meraklısına parantez açmış bulunayım.

Bu dönüp durmak, bu yersizlik, bu ait olamama daha doğrusu buna emin olamama diyelim romanın tamamına hakimdir. Roman boyunca Albay gerçekten var mı diye düşünüp durulur. Ama artık bunun bilinçlice yapılmış olduğuna emin olduğunuzu biliyorum. Gerçekle-oyun/hayal/rüya birbirine karışmış durumdadır. Nitekim Hikmet bunlardan şöyle bahseder:

"Olmaz Albayım, siz gerçek olamazsınız. Böyle bir gecekondu olamaz. Gittikçe Hikmet'i kafasının bir ürünü oluyorsunuz."

"Belki de sıcak bir günün öğleden sonrasında uzandığım kanepede uyukladım. Karımın, hizmetçimin sesleri uzaklaştı ve sizler yaklaştınız Albayım."

"İki Hikmet çok iyi bir buluş diye düşündü. Başka ne olmuştu? İki Hikmet çok sembolik. Demek, akla yakın olaylardı. Çünkü bir Hikmet rüyaları düşünürken, öteki de yaşantıların sorumluluğunu üzerine almalı."

Sanırım özellikle son alıntı gerçekle-hayalin ne kadar birbirine geçtiğinin kanıtı olmuştur. Hatta romanın sonunda Hikmet'in intiharından bile emin olmayız. Finali sinemadan çıkmış ve filmden tam tatmin olmamış, biraz da anlamamış iki gence yaptırması beni bir kez daha hayran bırakır. Şöyle anlatayım, filmden çıktınız, iki kişisiniz. İçiniz içinizi yiyor. Sani söylenmemiş şeyler kalmış, sanki başka olabilirmiş. İşte Oğuz Atay böylece "Keşke başka olsaydı" cümlesini içimize yerleştirir.

Bu cümleyi son zamanlarda çok kurduğumuzu biliyorum, keyifli okumalar dilerim.

YAZIYA YORUM KAT
Haberlerde yapılan yorumlarda Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.