Mehmet Şal

Mehmet Şal

Malazgirt'ten Büyük Taarruz'a

Biz Türklerin hayatında bugüne kadar çok şey değişti. Ancak değişmeyen bir şey var ki, o da yurt edinme ve yurduna sahip çıkmak... Onun uğrunda pusatını kolay kolay kınına sokmamak... Hiç korkmadan, geriye bakmadan, gözünü budaktan sakınmadan, kanının her damlasını kadar akıtmak...

Moğolların baskı, zulmü altında kalan Oğuz Türkmen boyları özgürlüğe gem vurmuş, esareti kabul etmemiş kendini bağımsızlığın rüzgârına bırakmış, Anadolu'nun kapılarına dayanmıştı... Malazgirt'te Ulu Hakan Alparsan; zırhını, kalkanını, kılıcını kuşanmış. Topladığı askerlerine hutbede yaptığı moral ve maneviyat aşılayan nutuğu ile askerin önüne geçerek, "İlahli Kelimetullah" uğrunda önce ben şehit olmak isterim arzusuyla Anadolu'nun fetih için ilk kıvılcımı attığında yer yerinden oynamış, yeni dünya düzeni için ilk adım atılmıştı. (1071) Kılıcın parlaklığı, kalemin ışığında azametli Selçuklu Türkleri artık yeni oyunu kuracak, kartları dağıtacak bir millet olarak, dünyaya yeni nizam vermek adına Alperenler, Anadolu'nun bozkırlarına akın akın yol tutuyorlardı…

Türklüğün şanını kulaktan kulağa duyan Anadolu'nun sakinleri artık bizatihi gözüyle, sözüyle şahit olmaya başladı. Bizans döneminde Bizans; kendi halkına dindaşlarına ekonomik, adalet, askeri, sosyal, dinsel vb. açısından baskı kurarken bu baskı zulme, gözyaşlarına neden oluyordu. Türkler gelince Anadolu halkı adaleti, huzuru, barışı hoşgörüyü, inanç özgürlüğünü gördü. Türk egemenliğine giren topluluklar bu güzellikleri yaşarken, Bizans egemenliğinde olan toplulukları, Türklerin hoşgörü iklimi fetihler öncesinde yumuşatmıştır. Yaşanan bu iklim zamanla Anadolu'ya çok zor olmadan hakim olmuştur. İstanbul'a sıkışan Bizans kendi iç ve dış sorunları ile uğraşırken, Anadolu'nun sakinleri Türkler ile diğer topluluklar adaletin hakim olduğu Anadolu 'da yaşamanın zevkini tadıyor, birlikte olma kültürünü öğreniyorlardı.

Selçuklu devleti; 12. yüzyılın ikinci yarısında İlhanlı Moğol devletinin estirdiği şiddet, korku, kan ve gözyaşı ile varlığını kaybederken bu kutlu coğrafya kara bulutların rüzgârı ve tozu altında paramparça oluyordu. Anadolu; siyasi, sosyo- ekonomik, askeri, dini, hukuki açıdan elde ettiği kazanımları Moğolların postalları altında kaybetti. Tabi ki bütün bunların kaybedilmesinde; Selçukluların zaman içerisinde yönetimde liyakatsizlik ve liyakatsizliğin üstten alta doğru nüfuz etmesi, adaletten şaşılması, rüşvet, iltimas, yolsuzluk, makam, mevki, rütbe, mülk peşinde koşmak, şahsi menfaatlerin devlet ve millet menfaatleri önüne geçmesi devlet içerisinde " Mankurtların" dış mihraklarla işbirliği etkili olmuştur. Kısaca; şu üç kelime "kasa, masa ,nisa" ile izah edilebilecek olursa devleti ve milleti yerle bir etmişlerdir. "Alışılmış çaresizlik" milletin gönlüne ve beynine işleyince Selçuklu'nun sonu kaçınılmaz oldu. Hüzün bulutları Anadolu'nun semalarından Türk halkının ve diğer topluluklar üzerine gözyaşı olarak yağarken bu kara bulutları yine Anadolu'da küllerinden doğan bir başka Türk devleti Osmanlılar dağıttı. Yaklaşık yarım yüzyıl devam eden zulüm sona erdi. Devleti kuranlar bir öncekilerden ders almış adımlarını ona göre atmaya başlamıştır.

14. yüzyılın başlarından itibaren özlenen tablo yeniden geri geldi. Ancak siyasal sosyo- kültürel, ekonomik hayat ara ara sekteye uğradı. Bu durumun yaşanmasında dış siyasi odaklar etkili olduğu gibi Anadolu'nun iç siyasi dinamikleri de etkili olmuştur. Bizans - haçlı ruhunun ortaya çıkışı, Türk dünyasındaki egemenlik mücadelesi, Timur - Yıldırım, Türk boylarının liderlik mefkûresi gibi olgular yaşanan tabloyu ara ara kesintiye uğramıştır. Cihangir Sultan Mehmet han ile hem Anadolu'nun hem Orta- Doğu'nun hem de Avrupa' nın çehresi, siyasi, ekonomik yapısı değişim sürecine girdi. Durdurulamayan büyük değişim Kanuni Sultan Süleyman ile zirve yaptı. Artık Anadolu merkezli yeni dünya düzeni kuruluş oldu. Artık büyük Türk imparatorluğu oyunu istediği gibi kurmaya başlamıştı.

Şahika'ya ulaşan Türk devleti, bunun tadını çıkartırken yavaş yavaş eski hastalıklar ve rehavetin kasveti ile yönetenleri, yönetilenleri örümcek ağı gibi sarmaya başlamıştır… Bu arada Avrupa'da büyük atılımlar atmaya başlamıştır. Avrupa; siyasi, ekonomik, bilim - kültür, dinsel dönüşüm yaşıyordu. Biz Türkler ise zirvede olmanın hazzını yaşarken gelişen Avrupa'nın gelişiminin uzağında kalındı. Her ne kadar adımlar atıldıysa da yaptığı hamlelerin neticesini büyük oranda görememiştir.

18. yüzyıl içerisinde de Avrupa ile diplomatik ilişkiler sürecini başlatmasına rağmen bir taraftan Sanayi ve Fransız devrimleri devleti günden güne pençesi altında ezerken, kendi yaptığımız hatalar içten içe devleti ve milleti çürütüyordu. Artık dengeler değişmiş, işler tersine dönmüştür.

Bu gidişi durdurmak mümkün değildir.

19. ve 20. yüzyılın başlarından itibaren her taraftan kuşatılmış bir devlet ve millet ortadadır. Dış güçler, iç mihraklarla işbirliğine imza atarken, toplum ve devlet içinde mevki, makam, rütbe, her türlü menfaat peşinde koşanların varlığı, "bana olmasında başkalarına ne olursa olsun", "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" zihniyeti her köşe başını tutmuştur. Saray ve çevresinde kendi koltuğunu, menfaatlerini koruma peşinde koşanlar varken halk kendi derdine düşmüş, savaşlarda şehit düşenlerine mi ağlasın, dul, yetim - öksüz kalmasına mı yansın, sefil-perişanlığına mı, aç karnını, çocukların boğazını doyurmayı mı kara kara düşünsün...

1. Cihan harbi ile bütün dertlerin yanına bir de vatan, bayrak, ezan, namus şeref, haysiyeti koruma derdine düşmüştük. Türk milletinin özgürlük, bağımsızlık, hak ve hukuku esaret altına girmişti. Yüce devlet ve milletimize pranga vurulmuş, vatan topraklarında Türk tarihinde az görülen bir kara günler yaşanır olmuştu. Emperyalizmin postalları altında devletimizin ve milletimizin şerefi, onuru yerle bir edilmiş, vatan üzerine çöken emperyalist kara bulutlar, mermileri dolu yağışı gibi milletin üzerine ve bedenine yağdırıyordu. Payitaht, üzerine düşen görevi ve sorumluluğu yerine getiremeyince, inim inim inliyen, kafasını ayağa kaldıramayan aziz milletimiz bir umut ışığı, bir kıvılcım, onurlu bir duruş gösteren memleket, millet, devlet, özgürlük, hürriyet aşığı her kesimi bir ara getirecek karizmatik lider arıyordu. Osmanlı devletinin son dönemde vatansever, idealist, öngörülü, kaliteli, gözü pek, bilgili çok sayıda subaylar yetişmişti. Denir ya; Türk milleti yüzyılda bir büyük dahi liderler çıkarır. İşte milletimiz bağrından Mustafa Kemal Atatürk'ü ve beraberindeki büyük komutanları çıkarmıştı.

Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları; esarete, prangalara, emperyalizme başkalarının fitilini ateşledi. Osmanlı iktidarının silik, sinik, pasif tutumu, saray etrafındaki emperyalizmin işbirlikçileri, ülke genelinde azınlık isyancılar ve zulümleri, bir tarafta var olan konum- güç- çıkar peşinde koşanlar "Mankurtlar", bir tarafta emperyalist leş kargaları.... Diğer tarafta bir avuç vatansever komutanlar umutları sönmek üzere olan millet... Türk milleti esarette yaşayamaz diyen, büyük lider ve arkadaşları...

Üstü küllerle örtülü közlere üfleyip yeniden parlatacak, üzerine ölü toprağı serpilmiş, lime lime olmuş milleti ayağa kaldıracak bir aslan yürekli adam lazımdı. Bu halkı bir araya getirip milli mücadele sürecini başlatan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, büyük gün gelip çattığında umutsuzluklara son vermiş, korkuları ortadan kaldırmış, cesaret yeniden hayat bulmuştu... Heyecanla Yunan'a ve tasmasını tutan emperyalistlere altın vuruşu yapmak için hazırlıklar yapılmış seher vaktinin, gözleri aydınlatan ışıkları ile Türk askerinin top atışları ile taarruz başlamıştı. Gönlünde iman, dilinde Kur'an, bileğinde kuvvet ve cesaret ile asker millet el ele başlattığı büyük taarruz:

"Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım."

Dizelerindeki gibi özgürlüğe, bağımsızlığa açılan kapımız olmuştu. Büyük Taarruz sonucu Türk milleti yokluktan varlığa çıkışta esaret zincirlerini kırmış, bağımsızlığın sembolü olmuştu. Emperyal güçler hangi güce sahip olursa olsun, Türk milletini esaret altına alamayacağını anlamıştı. Türk Milleti verdiği mücadele ile diğer milletlere örnek olmuştu. Devlet ve millet olarak bu başarının haklı gururunu yaşıyordu. Haklı ve hakkı olarak Mustafa Kemal Atatürk'te" Şarkın babası" unvanını almıştı.

Gece karanlığını aydınlatan bir ışık, sessizliği yırtan bir çığlık gibi esaretten bağımsızlığa, dik duruş, azim, cesaret ve mücadele, ete kemiğe bürünmüş, Türkiye Cumhuriyeti vücut bulmuştu. Kana kudurmuş insanlık vampirlerine karşı, barışa ve hürriyete susamış Türk milleti; Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, onlara gönül vermiş asker ve millet, Lozan Barış antlaşması ile ebedi tapuyu elde etmişlerdi. Şimdi görev bizlerde... Onurlu, şerefli, haysiyetli yaşamak, inancınızı, dinimizi, ezanları susturtmadan, bayrağımızı dalgalandırmak, hürriyetin tadını sonuna kadar çıkartmak, bağımsızlığın hazzını sonuna kadar almak yeniden dünyaya barış, kardeşlik, huzur, hukuk, nizam vermek adına; "selam olsun Sultan Alparslan'dan Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e"... Selam olsun bu uğurda mücadele eden şehit ve gazilere... Ruhları şad, mekanları cennet olsun… Selam olsun bu uğurda mücadele etmek ve edecek olanlara...

Bayrak, vatan, milli, devlet, ezan, din düşmanlarına, emperyalist kan emicilerine, yandaşlarına, uzantılarına, mankurtlara, hainlere, azgın ateşin evi cehennemin kapıları sonuna kadar açık olsun...

Doğu Türkistan'dan Kosova'ya, Kırım'dan Bayır Bucağa, Musul-Kerkük'ten Çeçenlere, Filistin'den Arakan'a, Yemen'den Bosna'ya... Ezilmişlerin mazlumların sesi olmaya...

Liyakat sahibi, vatansever, çalışkan, eskinin hatalarından ders alan, vatanına göz dikenin celladı, mazlumların gür sesi, ezilmişlerin çığlığı olan, devlet ve millet sevdalısı, geleceğe umutla bakan nesiller görmek dileğiyle...

“Yaşasın Türk devleti, yaşasın Türk milleti..."

YAZIYA YORUM KAT
Haberlerde yapılan yorumlarda Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.